Dostla içilen kahvenin hatırı büyük, tadı güzel olur. Sohbetin bir yerinde Lyon‘a gidiyorum” dedi. “Aaa…harika, yakın zamanda Lyon ile ilgili bir araştırma yapmıştım, çok güzel şehir, güle güle git gel” dedim. Herhalde gözlerim parladı ki “2 kişilik odada kalıyorum, sadece kahvaltı farkı öderiz, gelmek istersen uçak biletini alman yeterli” dedi. Hastaya ilaç sorulur mu? Böyle bir fırsat kaçmazdı fakat telefonumdan baktığım biletler alınacak gibi değildi. “Benim uçağım pahalı olabilir, nasılsa otelimiz belli, sen alternatif gün veya saatlerde gelebilirsin” deyince işim kolaylaştı.

Akşam eve gelince hemen haritayı açtım ve seyahat planlaması yapmaya başladım. Lyon’un İsviçre’ye yakınlığını görünce kalbim hızlı atmaya başladı. “Bir daha ne zaman görürüm” deyip bilet bakmaya başladım. Perşembe-pazar arası İstanbul havalimanından 3000, Sabiha Gökçen’den 1350 liralık bileti, çarşamba-pazar aralığında gidiş-dönüş 750 liraya aldım.

Gidiş günümü 1 gün öne çekerek Lyon’a uçup, oradan İsviçre’ye geçtim. Uçak biletinden ettiğim 600 lira kâr ile, 1 günlük araba kiralayıp, Cenevre gölünü dolaşıp, 1 gece konaklayıp ertesi gün Lyon havaalanına döndüm. 24 saatte ve tek başıma yaptığım en keyifli yolculuk buydu sanırım. Aşağıda görülen seyahat planımı dakikası dakikasına uyguladım. Nitekim arabayı teslim ederken telefonum çaldı ve “uçaktan iniyorum abi, kapıda buluşalım” dedi.

İyi bir planlama yapar ve bu plana sadık kalırsanız gidilmeyecek yol, görülmeyecek yer yoktur. Yarım günüm daha olsaydı, Avrupa’nın en yüksek dağı olan Mont Blanc, Avrupa’nın en temiz gölü olan Annecy ve haritada sağ üst köşede görülen Gravyer peynirinin çıkış yeri olan Gruyéres kasabasına giderdim. O da bir başka geziye kalsın diyerek, Batı Avrupa’nın en güzel köşelerinden birini görmeme vesile olan Umut Barbaros’a buradan tekrar teşekkür ediyorum.


Seyahatlerimde belli bir şehire gideceksem orası hakkında bilgiler almak için interneti kurcalıyorum. Mesela bu seyahatimde odak şehir Lyon olduğu için araştırmalarımı burası üzerine yapmıştım. Ancak kiralık araba ile şehirden şehire dolaşıyor, önünüze çıkan yerlerde mola verip, devam ediyorsanız ve zamanınız da kısıtlı ise ön araştırma yapmak çok anlamlı olmuyor. “Ne çıkarsa bahtıma” diyerek akışına bırakmak lâzım. Fakat bu durum geçtiğiniz yerlerdeki önemli yerleri kaçırmanıza da sebep olabiliyor. Hele ki otobandan gidiyorsanız, hızlı ama niteliksiz gezmiş oluyorsunuz. Nitekim benzer bir durumu Cenevre Gölü seyahatimde yaşadım.

Bu satırları yazarken öğrendiğim bilgiler ışığında dünyaca ünlü şöhretlerin ayak izlerini kaçırdığımı anlıyor ve kahroluyorum. Yeri geldiğinde size dip not olarak anlatmaya çalışacağım. Bana, ağlayarak yazıya dökmek, size de okumak ve gittiğinizde benim yazdığım yerleri görmek düşer.

Yazının sonunda anlayacağınızı, şimdiden söyleyeyim. Bu detaylı bir gezi yazısı değil, daha çok tanıtım yazısı olacak. Bu seyahatin detaylı yazısı Lyon’da buluşmak üzere diyerek, Cenevre gölünü dolaşmaya başlayalım.

Haydi…. “Takılın bana”

CENEVRE GÖLÜ (Lac Léman)

Gölü dolaşmaya başlamadan önce İsviçre’yi iki-üç cümle ile özetlemek isterim.

  • Avrupa’daki en pahalı yaşamın olduğu ülkelerden biri. Marketten aldığınız her şey diğer Avrupa ülkelerinden 2-3 kat daha pahalı. Otel fiyatları, ekonomik gezi yapan turistleri korkutacak şekilde. Havalı bir restoranda yiyip içmek ne mümkün..!
  • Yüzölçümü bakımından nispeten küçük sayılabilecek bir ülke olmasına rağmen eşsiz bir doğa zenginliğine sahip. Dağlar, vadiler, nehirler ve göller harika ötesi. Köy dediğimiz yerler Heidi’nin köyü gibi yemyeşil ve olağanüstü huzurlu bir yaşamları var. Adının köy olduğuna bakmayın, herkesin evi lüks villa tipinde ve kapılarında Porsche bekliyor.
  • Zenginlik ve dolayısı ile pahalılık bu ülkedeki yaşamın karakteri. Cebinizde paranız sınırlıysa veya tatil için kısıtlı bir bütçeniz varsa İsviçre’den uzak durmanız gerek. En olmadı “bir arkadaşa bakıp, çıkın…” 🙂

CENEVRE (Genéve)

Lyon havaalanından kiraladığım araba ile hiç oyalanmadan otobana bağlanıp, göle adını veren Cenevre’ye gittim. Yol 1,5 saat sürdü. Fransa sınırından İsviçre tarafına geçerken sınır kontrol noktası var. Avrupa Birliği üyesi değiller ama Shengen bölgesindeler. Şöyle bir göz ucu ile bakıyorlar ve gözleri tutmazsa durduruyorlar. Önümü kesen görevliden otoban biletimi alıp, yola devam ediyorum. 15 dakika sonra şehrin sokaklarındayım.

Ülkenin Zürich’den sonra en önemli ikinci şehri olan Cenevre’de, bahsettiğim zenginlik ziyadesiyle hissediliyor. Dünya Sağlık Örgütü, Birleşmiş Milletler’in Avrupa merkezi ve Kızılhaç gibi önemli kurumların olduğu bu şehir Avrupa’nın en yaşanabilir kentleri listesinde hep ilk 3 içerisinde.

Navigasyonun beni merkeze getirdiğini anlayınca ilk gördüğüm yeraltı otoparkına giriyorum. Merdivenden çıktığımda Gare de Genéve tren garının önündeyim. Karşımda Migros tabelasını görünce doğruca kumanya almaya koşturuyorum. Ne de olsa burası İsviçre. Yemeğe servet ödemenin anlamı yok. Kısa bir tur atmak için Rhône nehrinin bittiği ve gölün başladığı Mont-Blanc köprüsüne doğru yürüyorum. Cenevre’nin sembollerinden, “Jet d’eau” fıskiyesi güzel bir görüntü veriyor. Yapan mühendisin iddiası suyun 140 mt.ye fışkırmasıymış. Faaliyete geçtiği gün 70 mt.ye çıktığı için, mühendis mahcubiyetinden intihar etmiş. Ancak ertesi gün bir bakmışlar ki gerçekten 140 mt.ye çıkabiliyormuş. 🙁

Mağazalar, oteller, restoranlar…Baktığınız her yer son derece lüks. Vitrinlerdeki meşhur İsviçre saatleri, çakıları ve ünlü çikolataları ateş pahası. Fotoğraf makineme Cenevre’den hafıza kartı almak zorunluluğu, başıma gelen en hafif şeydi sanırım. “Oteli de halledersem, hayırlısı ile kaçarım bu ülkeden” diyerek kısa bir gezinti yapıyorum.

Yukarıdaki fotoğrafta Cenevre’nin popüler caddesi Rue de Rhône üzerindeki ünlü markalar görülüyor. En solda Patek Philippe, yanında Hermes, Gübelin, Cartier, Lous Vuitton, Piaget ve Chopard gibi markalar yan yana dizilmişler.

“Çantasında cips- peynir ile dolaşan adamın ne işi var orada” diyenlerinizi duyar gibiyim. Ben de “bizi bozar buralar, travmaya gerek yok” diyerek arabanın yolunu tutuyorum. Vaktim az olmasa 40.000 euroluk uygun fiyatlı bir Patek Philippe saat bakardım ya, neyse… 🙂

Saat 19.00 olmuş bile. Ertesi gün Lyon’a dönebilmek için göl turunun yarısını tamamlamış olmam ve gece uygun bir yerde konaklamam lâzım.


Bizim Sisi olarak tanıdığımız Avusturya-Macaristan İmparatoriçesi Elisabeth, Montrö’den yandan çarklı bir gemiye binerek Cenevre’ye geliyor. Beau-Rivage otelde 1 gece konaklıyor. Dönüş için tekrar gemiye binmek üzere göl kenarında yürüyüş yaparken bir anarşist tarafından göğsünden bıçaklanıyor. O halde yürüyerek gemiye biniyor. Sıkı korsesinden dolayı kanaması belli olmadığı ve kendisini de tanıtmadığı için gemi hareket etmiş oluyor. Dolayısı ile geç müdahale yapılıyor. Dakikalar içinde bilincini kaybediyor, bir ara gözünü açıp “bana ne oldu” diyor ve tekrar kafası düşüyor. İskeleye geri dönülüp, apar topar otele götürülüyor fakat elden bir şey gelmiyor.

Viyana’daki Hofburg Kraliyet Sarayı’nın Sisi koleksiyonunu görmüş, yaşadığı odalarda gezinmiş ve hayatını araştırmış biri olarak uzun zamandır 1955 yılında Romy Schnedier’in oynadığı filmi seyretmek istiyordum. Bu satırları yazarken okuduğum bilgilerin ışığında, Cenevre’de çektiğim 4-5 fotoğrafın onun ayak izlerinde olduğunu öğrenmek beni hayrete düşürdü. Bilmeden o iskelede dolanmış, o tarihi geminin ve az ötedeki Beau-Rivage Oteli’nin fotoğrafını çekmişim. İnanılır gibi değil…


LOZAN (Lausanne)

45 dakika sonra, noel eğlencelerinin olduğu Lozan sokaklarında kısa bir tur atıyorum. Arabayı park edip, geçerken gördüğüm gençlerin arasına katılıyorum. Oldukça mutlular. Bana da iç geçirip, keyiflerini izlemek kalıyor.

Lozan’ı çok beğendim. İsviçre kalitesi ve huzuru kendini belli ediyor. “Keşke daha uzun süre kalabilseydim” diye hayıflanıyor ve yola koyuluyorum.

Montrö’ye doğru otobandan değil de, göl kenarından gitmek istedim. Saat 22.00 ye yaklaştığı için gözlerim düşmeye başlıyor. Cenevre’den aldığım peynir ve şarabın hayaliyle, arabayı bir kenara çekip hem bir şeyler yemeyi hem de dinlenmeyi planlıyorum. Esasında “otel parasından yırtıp, arabada uyuyabilir miyim” diye de kendimi test ediyorum. Sonra da “ulan İsviçre’ye gelmişsin, arabada uyumayı düşünüyorsun, donacaksın be Allah’ın fakiri. Yarın 250 km.lik yola gidicen, adam gibi banyonu yapıp, rahat rahat uyu” diye özeleştiri yapıp “Booking.com” dan otel bakmaya başlıyorum. 🙂


Cenevre Gölü neymiş de, benim haberim yokmuş. Yol üstündeki iki kasabada ben aklımı yitirir, yolculuğu tamamlayamazmışım. . 🙂

Şu hayatta en çok sevdiğim şarkıcı Phil Collins’tir. Onunla büyüdüm ve onunla yaşlanıyorum. 2005 yılında konser vermek için İstanbul’a gelmişti. 40 derece ateşli olmama rağmen dünya gözü ile seyrettim kendisini. Meğer Cenevre’ye yakın Genthod kasabasında oturuyormuş. Bilseydim kapısında yatardım. 🙂

Şu sıralar popüler olan “Emily in Paris” dizisinin sevimli ve başarılı oyuncusu Lily Collins’in, onun kızı olduğunu biliyor muydunuz?


Zerafeti ve ışığı ile dünyayı kendine hayran bırakan Audrey Hepburn, Lozan’a 14 km. mesafedeki Tolochenaz kasabasında 30 yıl yaşamış ve orada ölmüş. Yaşadığı ev ve mezarı aynı mahallede. Oyunculuğunun ve stil ikonluğunun yanısıra, UNICEF Dünya İyi Niyet Elçisi’de olan bu eşsiz kadına bir dua okuyamadığım için üzgünüm. Oscar kazandığı “Roma Tatili” filmini seyretmelisiniz.

Audrey’in Hollanda asıllı dedesinin İzmir’de yaşayan bir levanten olduğunu, büyük bir çiftlikte ailesiyle yaşarken, Çerkez Ethem’in korkusu ile Türkiye’yi terk ettiğini ve ortanca kızının evliliğinden Audrey’in doğduğunu biliyor muydunuz?

“Nasıl yaşanacağını, kenarda durup izlemeden, dünyanın nasıl hem içinde hem dışında olunacağını öğrendim. Bir daha asla ama asla hayattan kaçmayacağım. Aşktan da…” ….. Audrey Hepburn


VEVEY

Montrö çok pahalıdır diye bir önceki şehir olan Vevey’i gözüme kestirdim. Önce şık ve lüks bir hostele gittim. Aklımca 20 euro kâr edeceğim. Odaya şöyle bir göz atıp, uyuyan turisti görünce vazgeçiyorum. Başka arkadaşlarla kaynaşmaya ne gücüm var, ne de zamanım. Biraz ötede nispeten uygun fiyatlı bir otel bulup, yerleşiyorum.

Yorgunluktan perişanım fakat bu soğuk ama huzurlu gecede bir tur atmadan uyumak istemiyorum. Yüzüme Alp dağlarından gelen buz gibi serinlik çarparken, göl kenarında yürüyüş yapıyorum. Sokaklarda sessizlik ve ıssızlık hakim. Huzurun bu kadarına da pes doğrusu. Bu yürüyüşe ayaklarım ancak yarım saat dayanabiliyor. “Erken kalkmak ve enerji toplamak için en iyisi gidip uyumak” diye mırıldanıyorum.

Otele dönerken karşıma kocaman bir bina çıktı. Meğer dünyanın en büyük yiyecek-içecek üreticisi olan Nestlé’nin merkezi buradaymış. “Çalışanları ne kadar şanslılar” diye iç geçirdim. Bu arada, sütlü çikolatanın ilk yapıldığı yerin Vevey olduğunu öğreniyorum. Henri Nestlé’nin ürettiği süt tozunu, çikolata yapımında kullanan Daniel Peter, 1875’de enfes bir damak tadına imza atmış ve 1879’da birlikte Nestlé’yi kurmuşlar.

Sabah 07.00 de yorgun fakat heyecanlı uyanıyorum. Gece karanlığında gördüğüm gölü, bir de gün doğumunda görmek istiyorum. Otelimin arka sokağında olduğu için yürümek kolay fakat sabah serinliğinde üşüyorum. Aşağıda göreceğiniz fotoğraf, düşük kaliteli cep telefonum ile çektiğim en güzel manzaraydı sanırım. En arkada karlı zirvesiyle görülen, Cenevre gölü ile Mont Blanc bölgesi arasındaki en yüksek dağ, Dents du Midi. Yüksekliği 3257 metre.

Bir kaç satır da bölgenin şaraplarından bahsetmek isterim. Ülkede 26 kanton var. Gölün kuzeyinde yer alan Cenevre, Vevey ve Lozan’ın da içinde bulunduğu Vaud kantonu ve güneydeki Valais bölgesinin özellikle beyaz şarapları ünlü. Chasellas beyaz üzümü ve Pinot Noir kırmızı üzümü bölgede en sık kullanılan üzüm çeşitleri. Kırmızı Vaud şaraplarından birini denedim, harikaydı. Aşağıdaki fotoğrafları Vevey’deki Cure d’Attalens bağlarının önünden geçerken çektim. Ovalık bir bölge olmadığı için yamaçlara kurulmuş olan bu bağlarda, 15 hektar üzüm ekiliymiş.


Sabah kalktığımda Google Map’i açtım. Rotamı belirlemek için plan yapıyordum. Bir baktım ki Chaplin’s World diye bir yer var. Meğer “Şarlo” olarak bildiğimiz Charlie Chaplin hayatının son 24 yılını Vevey’de yaşamış ve burada ölmüş. Ünlü aktör James Mason ile aynı mezarlıkta yatıyor. Yaşadığı evi müze yapmışlar. İçine girecek vaktim yoktu fakat dışarıdan fotoğraf çekmek nasip oldu. Çocukluğum geldi aklıma. Siyah-beyaz televizyonda ya Şarlo’yu, ya da Laurel-Hardy’yi seyrederek gülüyorduk. Masum günlerdi o günler, özlemiyor değilim. 🙁

Fidyeciler tarafından naaşının çalınıp, 3 ay sonra bulunduğunu, kendisinin taklidini yaptığı için Adolf Hitler’in nefretine ve Nazi tehditlerine maruz kaldığını, komünistlikle suçlanıp dışlandığı Amerika’ya Oscar almak için geri döndüğünde dakikalarca ayakta alkışlandığını, Micheal Jackson’un kendini onun ruhu ile bütünleştirdiğini ve fotoğraflarda görülen evinde konaklayıp, hatta onun yatağında uyuyarak ruhani bir olay yaşadığını biliyor muydunuz?

“Hayat ön provası yapılmamış bir tiyatro gösterisidir. Bu, alkışı olmayan tiyatronun perdesi kapanmadan; gülün, şarkı söyleyin, dans edin, âşık olun… Hayatınızın her anını değerlendirin.” …….. Charlie Chaplin


MONTRÖ (Montreux)

Zamanı verimli kullanmalıyım. Arabayı teslim edip, havaalanındaki buluşmaya kadar görmek istediğim 2 şatoyu bulmalıyım. Acaba Mont Blanc dağının eteklerindeki Chamonix kasabasına vaktim kalır mı diye panik halinde yola koyuluyorum. Bu yüzden Montrö’nün merkezini gezemiyorum.

Boğazlar sözleşmesinden dolayı Montrö’nün tarihimizde önemli bir yeri var. Montreux Palace otelinde toplanan ilgili devletler, Lozan’da konulan sınırlandırmaların kaldırılması için Türkiye’nin haklılığını kabul ediyorlar ve bu sayede Boğazların kontrolü ülkemize bırakılıyor.

Şehrin dünyaca popüler bir Caz festivali var. 1967’den beri, Temmuz ayının ilk 15 gününde dünyanın en ünlü rock, soul, blues ve caz sanatçılarını ağırlıyor. 250 bin kişinin katıldığı oluyormuş. David Bowie, Deep Purple, Aretha Franklin, Ray Charles gibi dev sanatçıların yolları Montrö’den geçmiş. Dünyanın dört bir yanından gelen müzikseverler çılgınca eğleniyormuş. Bize de nasip olur mu acaba?

Montrö’nün sembolü Chillon Şatosu (Château de Chillon) desem yalan olmaz. Avrupa’da görmeniz gereken şatoların listesinde ilk 10’da. Kendinizi bir masalın içinde hissediyorsunuz. Çok estetik bir mimarisi var ve konumu icabı çok büyüleyici. 12. yüzyıldan kalma bu şatonun önünde bir “takıl bana, hayatını yaşa” pozu vermezsem olmaz.

Şimdi gelelim zurnanın zırt dediği yere…!

2 senedir izlemek için can attığım fakat havasına girmeden seyretmek istemediğim “Bohemian Rapsody” filmini en nihayet geçen gün seyrettim. Bir Queen grubu ve solistleri Freddie Mercury sever olarak çok etkilendim ve tabii ki ağladım. Özellikle babasının ona sarıldığı sahnede koptum. 🙁 45 senelik ömrüne sığdırdığı başarı ve bu yoldaki çabaları çok etkileyici. Star olunmaz, doğulur sözünün tam karşılığı. Hem ses aralığının genişliği ile muhteşem bir şarkıcı, hem de besteciliği ve tiyatral sahnesi ile eşsiz bir sanatçı. Dünya müzik tarihine adını kazımış, dev bir isim.

Koleksiyonumdaki plaklarını çıkarıp, şarkılarını dinlemeye başlarken, bir taraftan da bu yazıyı yazıyorum. Arka fonda Bohemian Rapsody çalarken, Montrö ile ilgili bilgi araştırıyorum. Karşıma ne çıkmış olabilir? Tabii ki Freddie.

İlle bir ruhani olay olacak ya… Olmazsa kusur kalır…! 🙂

Montrö’den bir önceki kasaba Clarens’ta durup bir fotoğraf çekmek istedim. Baktım manzara güzel, makineyi arabanın üstüne koydum ve bu yazının kapağında da kullandığım fotoğrafı çektim. Arka planındaki dağlara dikkatlice bakmanızı rica ediyorum. Yani, bilmeden bir tane fotoğraf çekeceğim ve bu da Queen grubunun, Freddie öldükten sonra çıkardığı son albümü “Made in Heaven”in kapak fotoğrafı ile aynı manzaraya sahip olacak. Bu kadar mı olur kardeşim…!

Dağların yamaçlarındaki kar birikimleri 25 yıl geçmesine rağmen aynı şekilde. Queen grubuna nazire yaparcasına poz vermişim.

Bir kaç fotoğraf da grubun ve Freddie Mercury’nin Montrö’deki yaşamları üzerine olsun diyerek, bilginize ve ilginize sunmuş olayım. Yolunuz düşerse görmeden dönmeyin. Göl kıyısındaki heykelinin önünde de bir hatıra fotoğrafı çektirin.

Duck House diye adlandırılan ve odalarında konaklama şansı bulabileceğiniz evleri, aynı zamanda yukarıda gördüğünüz albüm kapağının da çekildiği yer. O dönemki eşyalardan bazıları halen duruyormuş.

Queen Studio Experience diye adlandırılan stüdyoya ilk olarak 1978’de, Jazz isimli albümlerini kayıt için gelmişler. Ertesi yıl stüdyoyu satın almışlar ve diğer ünlü gruplara da kiralamışlar. Freddie Mercury, öldüğü 1991 yılına kadar burada besteler yapıp, kayıtlar doldurmuş. Grubun diğer üyeleri, onun ölümünden önce doldurduğu kayıtların üzerine enstrümantal eklemeler yaparak 1995’deki son albümlerini burada doldurmuşlar. 2013’de müze haline getirilmiş. Müzede, grubun müzik aletleri, Freddie’nin sahne kıyafetleri, el yazılı evrakları ve albümlerinin kopyaları sergilenmekte. Ses mixerinin önüne oturup hatıra fotoğrafı çektirebiliyorsunuz.


Sakinliği, yaşam kalitesi ve tablo gibi manzarası yüzünden Montrö’de büyülenen Freddie, ilk gelişinden sonra bir daha ayrılamamış. Fırsat buldukça buraya sığınmış. Bu dinginlik ona ne besteler, ne sözler yazdırmış. “Eğer huzur arıyorsan, Montrö’ye gelmelisin” diyerek, burayı övmüş. Gerçekten dediği kadar var. Azıcık şiir kabiliyetiniz varsa veya ağzınız laf yapıyorsa, göl kenarında bir şarkı sözü çıkarabilirsiniz. Sesi güzel olanlar da Freddie’nin meşhur şarkısını mırıldansın…

“We are the champions my friends, and we’ll keep on fighting till the end” (Biz şampiyonuz dostlarım ve sonuna kadar savaşmaya devam edeceğiz) 👊

“En önemli şey muhteşem bir hayat yaşamak. Ne kadar uzun olursa olsun.” ……. Freddie Mercury


Artık İsviçre’den ayrılıp, Fransa’ya dönme zamanı geldi. Bu pahalı ama büyüleyici ülkeye daha önce de yolum düşmüştü. Sosyetik Davos’da 1 gece kalmış ve Heidi’nin köyü Maienfeld’i ziyaret etmiştim. Yine 1 gece konaklayıp, geçiyorum. Türk Lirası’sının kan kaybettiği yıllarda ancak bu kadar oluyor. Açıkçası Fransa’ya girdim diye içimi bir huzur kaplıyor. Cebimdeki param, bir anda 2-3 kat değerli hale geldi. 🙂

St. GİNGOLPH

Cenevre Gölü’nün kuzey tarafını bitirdim ve karşı sahile geçtim. Göl, iki ülke arasında pay edildiği için, karşı sahil demek Fransa demek. Şirin kasaba St. Gingolph’ın içinden akan La Morge deresi, İsviçre ve Fransa’yı birbirinden ayırıyor. Arabayı Fransa tarafına park edip turlamak istiyorum. Aşağıdaki fotoğrafta görülen sahildeki gezi yolu, derenin üzerinden geçtiği için iki ülke sınırının üzerinde bulunmuş oluyorum ve bir anda tekrar İsviçre’deyim. Polis noktasına çıkıyorum ve marketten dönen yaşlı teyzenin arkasına takılıp, yürüyerek sınırı geçmek istiyorum. Pasaportun arabada kaldığını hatırlayıp, soğuk ter döküyorum. Bendeki de macera düşkünlüğü işte. Farklı bir şey deneyeceğim ya?

Kendim İsviçre’de, araba ve pasaport Fransa tarafında. Polisler durdursa ve “sen burada yaşayan halktan değilsin, elini-kolunu sallayarak geçemezsin” falan deseler, al başına belayı…!


ÉVIAN-LES-BAINS

St. Gingolph’da yaptığım kısa ve heyecanlı bir yürüyüşten sonra ilk durağım, Évian sularının üretim yeri olan Évian-les-Bains kasabası oluyor. Avrupa’da çok bilinen ve tadının güzelliği ile tercih edilen bu su, kasabanın marka değeri olmuş. Burası, kaplıcaları, doğal kaynak suları ve kumarhanesi ile bir zamanlar çok popülermiş. Gölde yapılan tekne turları ile bu şirin kasabaya Cenevre veya Lozan’dan gelinebiliyor.

Şehir beni ilginç bir şekilde selamlıyor. Baktığım her yerde ağaç heykeller var. Şaşırıyorum ve anlamaya çalışıyorum. Demek ki şehir bu sanatla ünlü diye düşünüyorum. Sonra araştırıyorum ve gölden kıyıya vuran ağaçlardan yapılan heykellerin özellikle noel zamanı sergilendiğini öğreniyorum. Yakınlardaki Le Fabuleux köyünün efsane heykeller sergisiymiş. Doğadan bulduğu ağaçlara sanatsal ruhunu katıp, heykel ve duvar süsleri yapan bir dayım var. Bu işlere ondan biraz aşinayım fakat bunlar da çok yaratıcı ve etkileyiciler.


1790 yılında Mösyö Cachat’ın malikânesini ziyarete gelen ve bahçedeki kaynaktan akan bu suyu içip, böbrek hastalığı iyileşen Kont Laizer tarafından ünü yayılmış. Kaynağın adı “Cachat” olmasına rağmen Évian ismiyle 1826’dan beri şişelenip, satılıyormuş.

Gezginlerin en büyük sıkıntıları temiz bir tuvalet bulmak ve içme suyudur. Yurt dışındaki sular bize biraz yavan, biraz tatsız geliyor. Évian, damak tadıma uygun olduğu için hep onu alıyordum. Böbreklere iyi geldiğini öğrenince seçimimde yanılmadığımı anlıyorum.


Vaktim azaldığı için artık Lyon’a dönmeliydim. Şato düşkünü bir adam olarak görmek istediğim son bir yer kalmıştı, ancak kısmet olmadı. Yolumun üzerinde diye gittiğim Ripaille Şatosu, ne yazık ki ben gittiğimde tadilattaydı. İçini gezemedim fakat bahçesini ve etrafındaki üzüm bağlarını dolaştım. 22 hektar büyüklüğündeki bağlardan “Château de Ripaille” şarapları üretiliyor.

Şatonun kapalı olduğunu bilseydim, hakkımı Yvoire kasabasına kullanırdım. “Fransa’nın çiçekli köyü” denilen Yvoire’ın fotoğraflarına Google’dan bakmalısınız. Ortaçağ dokusunu halen koruyan ve her köşesinden rengârenk çiçeklerin fışkırdığı muhteşem bir köy. Bu konuda ödül bile almış. “Kısmet bir başka geziye” diyerek yola koyuluyorum. Yorgun ama mutlu bir şekilde.

Okuduğunuz üzere Cenevre Gölü bir çok ünlüyü kendine çekmiş. Geçirdiği kaza sonucunda bitkisel hayatta yaşayan ünlü yarış pilotu Michael Schumacher, yazar Ernest Hemingway, devrimci Lenin, şarkıcı David Bowie, şair Lord Byron, aktör Richard Burton, Yul Brynner, sinemanın temel taşlarından olan, sinematografın mucitleri Lumiere kardeşler ve daha nice ünlünün yolu Cenevre Gölü’nden geçmiş.

Ben 24 saatte ancak bu kadar gezebildim. Bir fikir sahibi olduğunuzu umuyorum. Bir kaç cümle ile yazımı tamamlayıp, Freddie Mercury’nin Montrö’den ilham alarak yaptığı “Bir Kış Masalı” isimli romantik şarkısı ile huzurlarınızdan ayrılayım.

Avrupa’daki göl turu yapılacak en güzel yerlerden biri burasıdır. Garda, Como, Bled, Hallstatt gibi büyüleyici gölleri görmüş biri olarak bunu çok net söyleyebilirim. Etrafındaki değerli ve önemli şehirlerinden dolayı diğer göl turlarından farklı olacaktır. Tarih, kültür, kalite, medeniyet ve zenginlik ile ruhunuza, eşsiz doğası ve dokusu ile gözlerinize, enfes yemekleri, çikolataları, peynirleri ve şarapları ile midenize bayram yaptırmak istiyorsanız Cenevre Gölü listenizin en başında olmalı. Benden söylemesi, sizden gezmesi…!