“Benim Avrupa krizim tuttu yine” diye söylenirken, yaklaşan doğum günümü bahane edip ucuz bilet bakmaya başladım. Madrid, Prag, Budapeşte, Amsterdam… Gitmediğim her yere baktım. En ucuzu Brüksel’di. “Tamamdır” dedim. “Doğum günüm için düşündüğüm hafta sonu kaçamağı olsa olsa Brugge olabilir”. Hemen internetten dersimi çalışmaya başladım. Kendime özel yolculuk planımı oluşturmak adına ve çok da etkilenmeden tavsiyeleri okudum. Tüm gezi sitelerinde “Kuzeyin Venedik’i” olarak anlatılır. Halbuki içerisinde kanallar olan birçok kuzey şehri için bunu söyleyebiliriz. Meselâ Hamburg, Amsterdam, Kopenhag, Stockholm gibi. Brugge için başka bir şey söylenmeliydi. Daha önce gitmiş olan dostlardan bu şehir hakkında az-çok bilgiye sahiptim. Dolayısı ile gitmeden önce bu yazının başlığını koymuştum bile.

BRUGGE…. Film platosu gibi bir şehir

Abartmıyorum…! Kameraları alıp, iki tane popüler dizi oyuncusunu Brugge’e götürürsen, elbet bir aşk dizisi çıkar. Işıkları taşımaya gerek yok, şehrin kendi ışığı harika. Haydi gelin, bu aşk dizisinin oyuncularından biri olalım. Belki size, bir çikolatacı veya dantelci rolü düşer. Bana yine sokak şarkıcılığı düştü. Söyleye söyleye sokaklarında gezinirken, sesime fayton ve çan sesleri karıştı….

1. gün

Uzun süredir ilk defa Sabiha Gökçen’den uçtuk. Çünkü Atatürk havaalanı ile aralarında iki katına yakın fiyat farkı vardı. 4 saatlik uçuşun sonunda, saat 14.00 te Brüksel’deydik. Belçika’da iki havaalanı var. Biz Charleroi Güney Havaalanı’nda iniyoruz. Pasaport kontrolünde polisin “Ne için geldiniz, ne kadar kalacaksınız” ve içeri girdikten sonra bir başka polisin, çantalara bakıp “peynir var mı, et var mı” soruları ile karşılaştık. Kapıdan çıkar çıkmaz gördüğümüz 9 peronlu otobüs alanının 3 nolu peronundan kalkan otobüs, önce Gent, sonra Brugge’e gidiyor. Flibco isimli servis firmasının internet sitesinden ve en az 3 gün öncesinden alınabilecek 5 euroluk bilete, kişi başı 21 euro ödüyoruz. Soğuk duş gibi. (İşte, seyahatinizi çok önceden planlarsanız, bu tip sürprizleri yaşamazsınız).

  

2 saate yakın süren, yeşillikler içinden ve otoban rahatlığıyla gidilen bu yolculuk çok keyif verici. Otobüsten Brugge garının yanında iniyoruz. Tabanlara kuvvet diyoruz çünkü kalacağımız yere 2 km.lik bir yürüyüş yapacağız. Çantaları bırakıp günün kalan kısmını değerlendirelim diyoruz. Parkların içinden şehre girince nasıl bir yere geldiğimizi hafif hafif anlamaya başlıyoruz. Bir market zincirinden su, peynir, ekmek, turşu ve benim vazgeçilmezim olan kahvaltılık sos alıp, resim çeke çeke otelin yolunu buluyoruz.

 

Sabahın erken saatlerinde yola çıktığımız için bu yorgunluğa dayanamayıp, sızıyoruz. Babasının gece getirdiği yeni oyuncağına doyamadan uyumak zorunda olan ve sabah kalkar kalkmaz oynamayı hayal eden çocuğun heyecanıyla uykuya dalıyorum. 🙂

2. gün                                                                                                                             

Sabah ilk işim camdan dışarı bakıp havayı kontrol etmek. Ekim-Kasım ayları buralarda yağmurlu ve serin geçiyor. Kulaklar üşümeye başlıyor. Neyse ki bugün güneşli. Yorumları okuyarak kalmaya karar verdiğimiz St.Christopher’s The Bauhaus isimli hostel, şehir merkezine yakın.¹ Kahvaltımızı yapıp yollara düşüyoruz.

 Ve artık Brugge sokaklarındayız. Gelmeden önce dersimi çalıştığım için nerelere gideceğimiz belli. Brugge’ün ünlü meydanı Grote Markt’a gitmek için yolumuz Burg Meydanından geçiyor. Bu meydanda belediye ve adalet binaları bulunuyor fakat daha da önemli kılan, Hz. İsa’nın kanı olduğu düşünülen kutsal emanetin buradaki Holly Blood (kutsal kan) şapelinde sergileniyor olması. Camdan bir muhafaza kutusunda, ince bir cam silindirin içinde, üstünde kan damlaları olan bir bez var. Belli saatlerde sergileniyormuş. Başında bir rahip nöbet tutuyor. Resim çekmek yasak fakat uzaktan kaçamak bir Türk atışı yapıyorum.

   

Grote Markt, buranın bir sokak arkasında. Meydanda faytonlar, patates satıcıları, kafeler ve ünlü Belfort van Brugge (çan kulesi) var. Hafif yağmur çiselediği için bu 366 basamaklık macerayı günün ilerleyen saatlerine ve güneşli bir zamana bırakıyoruz. Bu ünlü ve güzel meydanda, bira-midye veya waffle-kahve ikilisinden birini seçip keyif yapabilir, Historium denen müzede Brugge’ün tarihine tanık olup, çocuklarınızla eğlenceli dakikalar geçirebilirsiniz.

     

Michelangelo bizi bekliyor” deyip heyecanla yürümeye başlıyoruz. Yol üzerinde gördüğümüz Le pain Quotidien’de şimdiye kadar yediğimiz en güzel cheescake ve cappucino ile bir mola veriyoruz. Bitişiğindeki hamburgerciyi öğle yemeği için gözümüze kestirip, 122 metrelik kulesi ve içindeki büyük sanatkârın Madonna and Child heykeli ile ünlü “Church of our Lady” kilisesine doğru yol alıyoruz.²

Meryem ve Çocuk heykeli kurşun geçirmez bir camın ardında tüm güzelliğiyle duruyor. Mermerin bu kadar kusursuz işlenmesi, kumaş kıvrımları, saçlar, el-ayak detayları beni çok etkiledi. Sanki canlıymış gibi bakmasına hayranlık duymamak mümkün değil. Söz konusu Michelangelo ise susulur ve seyredilir. (Bu heykelin kardeşi sayılabilecek olan Vatikan’daki Pieta heykeline de bir selam ve saygı göndereyim. Michelangelo’nun başyapıtlarındandır)

  

“Bruggeli Madonna” diye de anılan bu heykelin güzelliğinin yanında, özelliği de var. Michelangelo yaşarken İtalya dışına çıkarılan ilk ve tek heykelmiş. 1504 yılında tüccarlıktan zengin olmuş Moscheroni ailesine, 4000 İtalyan florinine satılmış ve Fransa ile Almanya’ya kaçırılma macerasından sonra 1946’dan beri şu anki yerinde sergileniyormuş. Araştırma yapmadan Brugge’e gelen turistler bu değerli eseri görmeden gidiyor. Siz siz olun ve bir Michelangelo şaheseri görme fırsatını kaçırmayın. (Şimdi düşünüyorum da, sanırım bendeki Michelangelo sevdasını bu heykel tetikledi)

Kilisenin içinde Burgonya dükü Charles ve kızı düşes Mary’nin lahitleri de var. Alt tarafında tarihi mezar yerleri sergileniyor. Arkalarında ünlü Flaman ressam Bernard van Orley’in, Hz. İsanın çarmıha gerilişini tasvir eden büyük bir tablosu var. Ve bir başka duvarda Barok sanat akımının öncüsü Caravaggio’ya atfedilen “Emmaus’da akşam yemeği” tablosu yer alıyor. Brugge’e geldiğinizde, burayı görmeden geçmeyin.

 

Yanındaki Sint Jans Hospital, 11.yüzyıldan kalma ve Avrupa’nın en eski hastanelerinden biri. Şu an müze olarak kullanılıyor. Hans Memling’in tabloları oldukça etkileyici.

   

Hazır hava güzelken şu işi aradan çıkaralım” diyerek kanal turu yapmaya karar veriyoruz. Bir çok yerde durak var. Bize en yakın olanından, 8€ vererek bindiğimiz tekne turu öylesine güzel ve  büyülü bir tur ki 30€ da deseler verilir. Venedik gondollarını düşününce, bedava sayılır. “Heykel sevmem, kilise görmem, kuleye çıkmaya da mecalim olmaz” diyenler hiç değilse kanal turunu yapmalılar. Hem ucuz hem de çok keyifli. Kuğuların-ördeklerin keyiflerine,  butik otellerin mimarilerine, ortaçağ dokusuna bayılacaksınız.

  

Kanal turunun sonunda iyice acıktığımız için gündüz gördüğümüz Ellis Gourmet Burger’e gidiyoruz. Seçimimde yanılmıyorum. Hamburgerin kralını yapıyorlar. Yanında Belçika patatesi çok iyi gidiyor. Belçika deyince akla gelen şeylerden biridir patates. Diğerleri ise çikolata, waffle, dantel, bira ve midye. Brugge’den yüzlerce çeşit bira ve çikolatadan hediyelik alabilirsiniz. Hanımefendiler dantel dükkânlarında bolca vakit geçirebilirler. ³

   

Artık kuleye çıkmanın zamanı geldi diyoruz fakat tok karnına nasıl olacak kestiremiyoruz. 13.yüzyıldan kalma, 366 basamaklı, 83 metrelik bu kule, 2008 yılı yapımı “in Bruges” filminin en önemli sahnelerinde yerini alıyor. Gittiğim yerlerdeki kulelere pek çıkmıyorum ama filmdeki sahneleri hatırlamak ve güzelim Brugge’e bir de tepeden bakmak niyetindeyim. Belli sayıda ziyaretçi aldıkları için biri çıkmadan siz giremiyorsunuz. Merdivenlerin bazı bölümleri öylesine dar ki, bir köşede durup inenlerin geçmesine izin vermeniz gerek. Bir kaç bölümden oluştuğu için dinlenmeye fırsat veriyor fakat 366 basamak insanın kalbini yerinden çıkaracak gibi. Nefes nefese ve panik atak yaşamamak için dua ederken, aşağıdan bir ses geldi, “Filmde adamı vurduğu yer neresiydi?”Tövbe tövbeee..“Yahu, ne saçmalıyorsun, bak da biz ölüp kalmayalım burada” dedim.

    

Kulenin en yüksek yerinden görünen Brugge manzarası, bir başka güzel. Belli aralıklarla melodi de çalan çan kulesinde ilginç bir düzenek var. 47 adet çandan çıkan ses kulağa çok hoş geliyor. Sözün özü; nefesi kuvvetli, dizlerinde derman olanlar kuleye çıksın, olmayanlar aşağıdan baksın.

 

Doğum günümü Brüksel’de kutlama kararı veriyor ve Brugge’deki son gecemizi, şehrin simgelerinden birinde, yani Brugge fotoğraflarının olmazsa olmazı “2be in Brugge” barda geçirelim diyoruz. Bir de ne görelim? Saat daha 20.00 olmasına rağmen kapalı. Meğer 1 saat önce kapanmış. “Fotoğrafları ile yetinelim, demek ki kısmet değilmiş” deyip, çan kulesinde tanıştığımız Türk arkadaşların tavsiyesi üzerine Bar Des Amis’e gidiyoruz. Yerel bira içmek istediğimizi söyleyince Brugge Zot öneriyorlar. İçimi güzel, sertliği yerinde.

  

3. gün                                                                                                                               

Sabah 10 da yeniden yollardayız. Hava kapalı, yağmur yağdı yağacak. Tren garına yürüyüp Brüksel’e gideceğiz. Hiç değilse 2be’nin kapısının önünde bir resim çektirelim derken, ne görelim? Terasta kimse yok ama ışıkları yanıyor. Benden mutlusu yok. İşte ünlü Beer Wall’un önündeyim ve “Kriek Boon” denilen vişneli bira elimde. Bu ünlü mekân anlatıldığı kadar varmış. Benzersiz hediyelik bölümü, yüzlerce biradan oluşan dekoratif duvarı, alt kattaki bira reyonu ve tabii lezzetli biraları ile kazandığı ünü hak ediyor. Görmeseydik yazık olacaktı. Artık Brugge’e gönül rahatlığıyla veda edebiliriz.

 

 

Tren garına doğru yürürken  yağmur iyice şiddetini arttırıyor. Islanmayalım ve müze kartımızın son hakkını kullanalım diye yol üzerindeki Arentshuis müzesine giriyoruz. Bu küçük müzede nadide eserler ve Frank Brangwyn’in kara kalem çalışmaları yer alıyor.

 

“Brüksel yolculuğu başlasın artık” diyerek, çiseleyen yağmurda ve hüzünlü bir şekilde tren garına varıyoruz. Hoşçakal BRUGGE. Anlattıkları kadar varmışsın. Biz çok sevdik, eminim siz de seveceksiniz. Romantik ve nostaljik şehirlerden hoşlananlar, fotoğraf meraklıları, bira ve çikolata sevenler, ortaçağ dokusunun düşkünleri Brugge’e bayılır bence. Gece hayatı birahanelerden ibaret. Bu yüzden gürültüsüz ve huzurlu bir şehir. Her mevsimi bir başka güzel. Şiddetle tavsiye olunur. 

  1. Hostelde kalıyoruz fakat uygun fiyatlı ve özel banyolu odada. Bunu açıklamamın nedeni bazı hostellerde 10’lu, 6 lı, 4’lü yatakhaneler ve ortak banyolu odalar oluyor. Gençler için çok iyi bir seçim. Hem arkadaşlık ortamı bulup kaynaşıyorlar hem de çok uygun fiyatlara konaklayabiliyorlar. Mesela özel banyolu odada kişi başı 130 liraya kalınıyorken, ranzalı yatakhanelerde 65 liraya kalınabiliyor. Kahvaltı dahil. Oteller ise 200-250 liradan başlıyor.
  2. Kilisiye giriş 6€, fakat girişteki görevli yandaki Sint Jans Hospital içindeki bilet ofisinden Brugge müze passcard alırsak 13 müzeyi 3 gün boyunca gezebileceğimizi söylüyor. “Helal olsun elin oğluna” diyerek kişi başı 20€ verip, kiliseye dönüyorum. Aldığımız müze kart; 6 euroluk kilise, 4 euroluk hastane ve 10 euroluk kule girişleri ile kendini amorti ediyor. Geriye kalan 10 müze bedavaya geliyor.
  3. Biralar 3,5 euro, midye-bira menüleri 18 euro, külahta patates kızartmaları 3 euro. Çikolatalar biraz pahalı. Sebebi ise el yapımı olmaları. Fabrikasyon çikolatalar daha ucuz. Dantel örtüler, el işi yastıklar çok güzel fakat pahalı. Bizim paramızla 4,4 ile çarpınca işin rengi değişiyor. Konu komşuya bir şeyler alayım diye hevesle girilen dükkânlardan, arkanıza bakmadan çıkabilirsiniz. 🙂 

BRÜKSEL

Gezi planımı yaparken doğum günü yemeğini Chez Léon da yemeye karar vermiştim. Fakat Brugge’de yoktu. Hem Brüksel’i de göreyim, hem tren keyfi yapayım, hem de Leon’un midyelerini yiyeyim diye Brugge tren garındayım. 10 dakika sonra kalkacak trene yetişiyorum. Kişibaşı 15 euro. İşte şimdi gezilerin en keyifli bölümlerinden birindeyim. Çocuklar gibi mutluyum çünkü tren yolculuğuna bayılıyorum. Bloomberg Tv de yayınlanan “Great Continental Railway Journeys” programını sunan Micheal Portillo, içimde var olan tren yolculuğu sevgisini iyice körükledi. Seyretmediyseniz mutlaka denk getirmeye çalışın. Bir çok gezi programında göremeyeceğiniz güzellikler ve bilgilerle dolu.

Geçen sene, Valencia’dan Barcelona’ya standart trenle gidiş, hızlı trenle dönüş yaptığımız yolculuklar o kadar keyifliydi ki Brugge den ayrılmanın hüznünü tren yolculuğu ile unutmayı hayal ediyorum. Nitekim bomboş trende masamı açıp, yiyeceklerimi çıkarıp, ayaklarımı uzattığımda benden mutlusu yok. Saatlerce gidelim istiyorum ama bu keyif sadece 1,5 saat sürecek. Belçika’nın doğal güzelliklerine doyamadan Brüksel-Midi istasyonuna varıyorum.

Kalacağım otele yürüme mesafesindeyim. Hava bulutlu fakat soğuk değil. Birkaç sokak yürüdükten sonra, zenci sokak satıcıları ve yıpranmış binaların arasından büyük bir bulvara  çıkıyoruz. Brüksel’i ikiye bölen kanalın üzerinden geçip otelime varıyorum. Biraz uyuyayım ki akşama enerjim olsun diyorum. 2-3 saatlik dinlenmenin ardından ver elini Brüksel Grote Markt, yani büyük meydan. 10 dakikalık bir yürüyüşle kendimi meydanda buluyorum. Gece olduğu için ışıklandırması, etrafındaki binaların dizilişi ve meydandaki gençlerin coşkusu harikaydı. Gördüğüm en etkileyici meydandı diyebilirim.

Resimler çekildi, videolar paylaşıldı, artık yemek zamanı. Meydana çok yakın olan Chez Léon, her zaman kuyrukta beklenilen, fiyatları mâkul, lezzetli yemekleri ile ilk sırada tercih edilen bir restoran zinciridir. Zengin bir menüsü var. Özellikle deniz ürünlü yemekleri enfes. Sevenler,  haşlanmış iri midyelerin tadına doyamıyor. “Eyvah, yine canım çekti” 🙂 Patates kızartması ve yanında bira olmazsa olmazları. Brüksel şubesinde, sadece buraya özel yerel bira satılıyor. Türkçeyi bilen, güler yüzlü ve kibar garsonumuz, doğum günüm olduğunu öğrenince ikinci bardağı hediye veriyor. Tadı çok güzel. Muhakkak uğrayın ve midenize bayram yaptırın. 🙂

Sadece 1 gece kalacağım Brüksel’in sokaklarında yürümeye başlıyorum. Soğuk havaya rağmen herkes dışarıda. Şehir yaşıyor, gençlerin keyfi yerinde. Anderlecht taraftarları şarkılar söylüyorlar. Şiddetini artıran yağmura rağmen, dünyaca ünlü Manneken Pis (İşeyen Çocuk) heykelini görmeden olmaz diyorum. 2-3 sokak yürüyünce karşıma çıkıyor. Daha doğrusu, önünde resim çeken turistleri görünce geldiğimi anlıyorum. Tahminimden küçük bir heykel. Esasında çocuğun yaşıyla doğru orantılı bir boyut fakat şöhreti ölçülerinden daha büyük olmuş. Belirli günlerde kıyafet giydiriliyormuş. Hikâyesini Google’dan okuyabilirsiniz.

Belçika demek benim için Brugge demekti. Hakkını da verdiğimi düşünüyorum. Brüksel’i gördüm mü, gördüm. Gezdim mi, gezemedim. Leon’daki lezzetler ve Brüksel meydanının güzelliği hatıralarımda ve fotoğraflarda kalacak. Belki bir başka sefere Amsterdam ve Brüksel yaparım. Bu seyahatimde uygun fiyata ve özenle uçuran Pegasus’a ve kaptanımız Eşref Çoban’a teşekkür ediyorum. Reklam parası aldım zannedilmesin. Bu övgüyü hak etmişlerdi…