Bir yerde imparatorluk varsa muhakkak o topraklarda anlatılacak çok şey vardır. İtalya’nın bulunduğu coğrafya Batı Roma İmparatorluğu’ndan geriye kalmıştır. Verimli topraklar ve özellikli bir konumda bulunan İtalya, Akdeniz’e hakim ve bölge ikliminin getirdiği tüm güzellikleri sonuna kadar kullanabilen bir ülke. Tarihinden gelen kudret ve kuvvet; denizcilikte, tarımda, gastronomide, turizmde ve askeri alanda halen önemini korumaktadır. Bereketli topraklardan oluşan doğası ve büyük tarihi ile ünlü bu güzel ülkeye birkaç kez seyahat ettim. Her seferinde içim kıpır kıpır oldu. Biz Türklere çok yakın gelen coğrafik özellikleri ve sıcakkanlı oluşları insanı sarıveriyor. Yunanlılarda, İtalyanlarda ve bir nebze İspanyollarda bize benzeyen çok şey bulabiliyoruz. (Bir Akdeniz ülkesi olmasına rağmen Fransa’yı bu demografik benzerliğin dışında tutuyorum. Onlardaki aristokratik tavırlar benim gibi ateşli Akdeniz’lileri geriyor :) ) Yemekleri bize yabancı değil. Pizza, spagetti, lazanya, zeytinyağlı çeşitleri ve deniz mahsullü mezeleri ve hatta tiramisu. Klasik Türk yemeklerine uzak olan fast-food gençliği İtalya’da çok mutlu. Gelsin çeşit çeşit pizzalar, gitsin spagettiler. (Oğlumun kulağı çınlasın, ne de sever Roma’yı ve İtalyan yemeklerini)

İtalya, 20 bölgeye ayrılmış durumda. Her bölgenin kendine has özellikleri var. Güney ve kuzey arasında belirgin bir fark görülüyor. Campania bölgesinin başkenti Napoli ayrı bir ülke gibi. Pizzanın doğduğu yer. (Ülke demişken, İtalya sınırları içinde Vatikan ve San Marino gibi 2 ülke de mevcut) Sicilya bölgesi ayrı bir yazıyı hak ediyor (Ben daha gitmedim fakat gezi planlarımda mevcut). Lazio bölgesinde ülkenin de başkenti olan Roma var. Şehirlerin kralı diyorum ben Roma’ya. Muhakkak görmelisiniz. Şarapları ile ünlü Toskana bölgesinin başkenti Floransa, çok büyülü bir şehir. Aynı bölgede ortaçağ kenti Siena ve tabii ki kulesi ile ünlü Pisa da görülmeye değer. Veneto bölgesinin başkenti Venedik, başlı başına bir olay. “Görmeden ölme” sözünün karşılığı olsa gerek. Liguria bölgesinde dünyaca ünlü Portofino ve 5 Köy diye bilinen, Unesco kültür mirası listesindeki Cinque Terre var. Hangi birini anlatmalı, hangi köşesinden başlamalı İtalya’nın? Yazının başlığı İtalya olunca yaz yaz bitmez. Başlangıcı başkentten yapalım, diğer şehirleri de kısa kısa tanıtmaya çalışayım.

ROMA

Tarih burada.. Sanat burada.. Moda burada.. Lezzetli yemekler burada.. Muhteşem mimari burada.. Alışveriş burada.. “Bir şehirde deniz yoksa mükemmel bir şehir olur mu” diye sorabilirsiniz. Ancak 30 km. ileride ünlü Lido plajları var. (İstanbul’da da denize girilecek yerler bu mesafeden az değil) Ayrıca Avrupa’daki ünlü bütün şehirler bir nehir etrafına kurulmuştur. Denize uzak olsalar da suyun bereketinden uzaklaşmamışlar. Prag, Viyana, Brüksel, Paris, Bern, Budapeşte, Belgrad ve daha nice karasal başkentlerin içinden nehirler geçmektedir. Roma da, Tiber nehrinin nimetlerinden faydalanmakta. Orta İtalya’dan başlayan nehir, Roma’nın içinden geçip, Lido sahillerinden denize dökülmekte.

Roma’da sırtınızı dayadığınız her duvar tarih kokmakta. Bir kafede oturuyorsunuz, duvarları 1000 yıllık. Bir sokağın köşesini dönüyorsunuz, karşınıza yine tarihi bir yapı çıkıyor. 5 yıldızlı bir otele giriyorsunuz, temelinden çıkan tarihi eserleri kalın camların altında sergilemişler. Issız bir dar geçitten geçip ana caddeye çıkayım diyorsunuz, sizi antik bir kilise karşılıyor. Hiç ummadığınız bir sokaktaki kilisede Caravaggio’nun duvar resimlerine rastlayabilirsiniz. Roma, sanat tarihi açısından sürprizler ve hediyelerle dolu bir şehir. Sanat ve tarih severler için açık hava müzesi demek yanlış olmaz. Hani derler ya… “Gel de delirme”

   

Vespa motorsikletlerin üzerindeki tayyörlü-stilettolu hanımların, slimfit giyimli beylerin işten çıkış saatlerindeki yolculuklarına hayran kalıyorsunuz. Kültür ve medeniyet iliklerine işlemiş. Ateşli Akdeniz enerjisini, saygın bir stille birleştirmişler. Sıcakkanlı oluşları, asaletlerine engel değil. Her ülkenin kendine göre dinamikleri var tabii ama İtalya başka bir şey. Başlı başına bir kültür mirası. Bu açıdan Roma lokomotif görevi görmekte. Avrupa’nın en çok turist çeken şehirlerinden ve Fiumicino’nun en yoğun havalimanlarından biri olmasının sebepleri boşa değil.

Ne demişler…..HER YOL ROMA’YA ÇIKAR.

Roma’da neler yapalım?

Roma’da çok şey yapalım. Bol bol yürüyelim. Yürümeden, kıyıda köşede kalmış yerleri görmek mümkün değil. Yürüyemem diyenlerin belli başlı görmesi gereken yerler var. Olmazsa olmaz ziyaretler bunlar.

  • Söylemeye bile gerek yok herhalde. Collesium muhakkak görülmeli. Uzun bir kuyruğu beklemek uğruna da olsa içine girilmeli. Gladyatörlerin dövüştüğü, kölelerin, suçluların ve hatta dövüşte kaybedenlerin üzerine vahşi hayvanların atladığı sahneleri gözünüzde canlandırmak biraz ürpertici. Kafayı çok takmamak gerek, yoksa bu hazin hikâyelerle dolu yapı ziyaretçisine hüzün verebilir. (2007 yılında belirlenen “Dünyanın Yeni 7 Harikası” listesinde yer almaktadır)

  

  • İkili bilet alarak Collesium’un hemen yanındaki Roma Forumu’nu da görmelisiniz. Tarih severler için bir hazine. Açık hava müzesi olsa olsa burasıdır. (Bu biletleri internetten alanlar kuyruk beklemeden yan kapıdan geçiyor)

  

  • Aşk Çeşmesi’ne (Fontana di Trevi) para atmadan olmaz. Atın ki Roma’ya tekrar gelin..

  

  • Vittoria Emanuelle II. abidesinin önünde bir resim çektirmeli, terasından Roma manzarasını seyretmelisiniz. Ben buraya hayran kalmıştım. Abide mi, saray mı anlaşılacak gibi değil. Muhteşem… Bulunduğu Piazza Venezia’daki kafelerden birinde oturup doya doya seyredin.

 

  • Turistlerin akınına uğrayan İspanyol merdivenlerinde biraz soluklanmak ve resim çektirmek şart. Merdivenlerin tam karşısındaki Via Condotti caddesindeki ünlü mağazaların vitrinleri, psikolojinizi bozabilir. Etiketlere çok bakmayın fakat bu caddeyi gezmeden dönmeyin.

  • Pantheon, her büyük şehirde olduğu gibi burada da enfes bir yapı. Hayran kalırsınız.

  • Vatikan’dan bahsetmemek olmaz. Nehirin karşı yakasına geçip, bu dünyanın en küçük ülkesini ve Katolik mezhebinin yönetim merkezini görmek gerek. San Pietro Bazilikası’nın, Sistine Şapelinin önünde ve görselleri ile ünlü meydanda bir selfie olmazsa olmaz. Bazilikaya girmek için uzun bir kuyruk bekleniyor. Rönesans ustalarının tasarımlarını ve Michelangelo’nun 500 küsur yıllık ünlü Pieta heykelini görmek için buna değer.

  

  • Roma’ya kadar gelip ünlü ve görkemli kiliselerinden birini ziyaret etmeden dönmeyin. Biz Santa Maria Maggiore kilisesine yakın bir yerde kalmıştık. Muhteşem bir yapı. Mimarisi ve ruhu insanı çok etkiliyor.

  • Başta da söylediğim gibi Roma’da yürümeyeceksek hiçbir yerde yürümeyelim. Biz biraz abartmıştık. Ayaklarımızda güç kalmamıştı. Hatta oğlum son gün isyan edip “yeter yahu, kilise görmekten fenalık geldi, ben şurdan şuraya gidemem artık” demişti. Annesi ile birlikte, kapısındaki basamaklara oturarak dinlendikleri bir sokak arası kilisesinde büyük ressam Caravaggio’nun duvar resmine denk gelmiştim. Neler kaçırdıklarını bir bilseler..!!! (Japon turistler duvar resminin önünde hayran hayran bekleşiyorlardı. Görevliye kalabalığın sebebini sorduğumda, fısıldayarak “Caravaggio..” dedi. Büyüleyiciydi..) 

  

  • Tabii ki pizza, spagetti, Roma dondurması yiyor, doyamayıp tekrar tekrar yiyoruz. (Kaldığımız bölgedeki Gelateria Fassi eski ve ünlü bir dondurmacı. Fiyatları küçük, porsiyonları büyük)

FLORANSA

Ahhhh…Burası başka bir şehir….Bambaşka….Ortaçağdan bir emanet desem abartmış olmam. “Sen de her yer için aynı şeyleri diyorsun” demeyin. Ne yapayım, Avrupa’da her yerin anlattığı başka başka hikayeler var. İşte Floransa da bunlardan biri.

  • Duomo meydanı ve meydandaki enfes Floransa Katedrali’ni,
  • Şehrin simgesi sayılabilecek Ponte Vecchio köprüsünü,
  • Ünlü Medici ailesinden günümüze gelmiş Pitti sarayını ve mimari yapıları,
  • Signoria meydanını ve replikası olsa bile Davut heykelini,
  • Bu heykelin orjinalinin ve daha nice eserlerin sergilendiği Galleria dell’Accademia’yı,
  • Uffizi Galerisi’ni ve içindeki Medici koleksiyonunu,
  • Piazza del Republica meydanını ve ünlü Atlıkarınca’sını,
  • Ve daha nice güzellikleri görmek için Floransa’ya gelin. Bologna havaalanına İstanbul’dan direk uçuş ile gidebilir ve oradan tren veya otobüs ile Floransa’ya geçebilirsiniz. Şayet Roma’ya kadar gelmiş iseniz ve yeterli gününüz varsa 280 km. uzaklığındaki Floransa’yı muhakkak görün derim. Pişman olmayacaksınız. (Yakın zamanda daha detaylı bir yazı yazmayı planlıyorum, biletler cebimde.. 🙂 )

 

SİENA

Piazza del Campo meydanında saatlerce oyalanabilir, daracık sokaklarında bütün gün gezebilirsiniz. Meydan, Palio denilen ünlü at yarışlarına da ev sahipliği yapmakta. Siena’ya gidenler, internette gezi yorumlarını yazanlar Siena’yı muhakkak görmelisiniz diyor, hatta en büyülü şehir ilan ediyorlar.  Doğrudur fakat ben bir Pazar günü gittiğimden ve her yer kapalı olduğundan dolayı şehrin ruhuna giremedim. Gerçek ve halen ayakta duran bir Ortaçağ şehri. Bu tip yerlere bayılırım fakat Siena’da bir kasvet sardı beni. Moda tabirle enerjim veya frekansım mı tutmadı acaba? Bir kere daha gidersem, son kararımı bildiririm size. (Bu arada, İtalya’yı arabayla kuzeyden güneye fethettiğimiz Yazdıç ailesine de selam gönderiyorum)

 

NAPOLİ

Burası İtalya’dan bağımsız bir ülke gibi. Napoli sınırlarından çıktıktan sonra fark daha iyi anlaşılıyor. Kendine has dinamikleri ve yaşam şekilleri var. Kendilerine İtalyan değil, Napoli’li denmesini istiyorlar. Doğum yeri Napoli olan pizzayı burada yemelisiniz.

Eski şehir yerleşimi, Vezüv yanardağı, Pompei, Amalfi sahilleri, Pozzuoli ve karşısındaki ünlü Capri adası görülmeye değer.  Daha kuzeyde sandığımız için, biraz da lafa daldığımız için dünyaca ünlü Amalfi sahillerini göremedik. Acemiliğime geldi biraz. Konaklamamızı Napoli’nin kuzey kıyılarında, güzel bir otelde yapmıştık. Ömrümde gördüğüm en büyük sivrisinek saldırısına uğramıştım. Arabayı boşaltırken ve lobbydeki işlemler sırasında, saniyeler içinde onlarca ısırığım vardı. Kâbus gibiydi, resmen tansiyonum fırladı. 🙁

PİSA

Görmeye değer. İtalya’nın olmazsa olmazlarından. O meşhur fotoğraf çekilmeli, albümünüzde muhakkak yer almalı.

 

PORTOFİNO

Harikaaaa…. Jet sosyetenin duraklarından. ” I found my love in Portofino” şarkısı ile görmeden bildiğimiz bu küçük köy, şarkı sonrasında popüler bir turizm noktasına dönüşür. Portofino çok güzel tabii fakat ben bir önceki yerleşim yeri olan Santa Margherita’ya bayıldım. Bayılmayacak gibi değil. Lüks oteller, lüks yatlarla dolu marina, son model arabalar, milyon dolarlık köşkler, yeşil doğanın masmavi bir denizle birleştiği yerleşim yeri insanı komplekse sürükleyebilir. Biz konaklamamızı bir önceki durak olan Rapallo’da yaptık. Daha doğrusu paramız ancak buraya yetti. 🙂 Bir akşam, güzel bir şarap eşliğinde, Andrea Bocelli’nin Portofino konseri ile kendinizi  ödüllendirin. Youtube’da var. Hem muhteşem Portofino’yu görecek hem de büyülü bir ses eşliğinde hayallere dalıp “buraya muhakkak gitmeliyim” diyeceksiniz.

 

 

VENEDİK

Eşi benzeri olmayan bir yer. Doğal şartlardan oluşan lagün, öylesine güzel bir kanal bölgesi oluşturmuş ki bunun üzerine inşa edilen rönesans mimarisi ile geze geze doyamayacağınız bir şehir ortaya çıkmış. Ponte del Liberta köprüsü ile anakaraya bağlı. Bu köprü, üzerinden geçen araba ve tren yolu ile kanallar bölgesine ulaşmak için hayati önem taşımakta. Biz kara tarafındaki Mestre denen bölgede konakladık. Nispeten daha ucuz. Otelimizin önünden kalkan belediye otobüsü ile 20 dakika içinde kanallar bölgesine ulaşılıyor.

Günümüzün havalı markalarından oluşan mağazalar, alışveriş kültürüne hizmet ediyor. Tarihi bir binanın altında, ara sokaktaki bir kanal kıyısında, tam fotoğraflık bir sokağın köşesinde Burberry, Prada veya Gucci karşınıza çıkabilir. Bol bol yürüyün demiyorum çünkü mecburen yürüyeceksiniz. Kanallar bölgesinde herhangi bir araç olması mümkün değil. Vaporetto ve Gondol gibi su taşıtları hariç, Venedik’in hakkı yürüyerek verilir. Gondola mutlaka binilecek. Bir tur 100 euro. Büyük Kanal denilen geniş su yolunu kapsayan tur 40 dakika sürüyor. Eğer 2 kişiyseniz, sırada bekleyenleri veya herhangi bir yerde muhabbet ettiğiniz bir başka grubu tura dahil edebilirseniz, fiyatı yarıya bölmüş olursunuz. Gondolcuya şarkı söyletmeyi unutmayın.

 

   

San Marco meydanında kuşlara yem verebilir, havalı kafelerde güzel bir kahve içebilirsiniz. İstanbul’dan kaçırılan ilk tarihi hazine olan 4 at heykeli San Marco Bazilikasının üstünden size bakıyor. “Götürün bizi buradan” dercesine şahlanmışlar. Çok kuyruk yoksa, bazilikayı gezmenizi öneririm.

 

Venedik deyince akla ilk gelen şeylerden biri de maskelerdir. Dünyaca ünlü Venedik Karnavalı’nı bilmeyen yoktur. Bu karnavalı renkli ve ayrıcalıklı kılan süslü kıyafetler ve maskelerdir. Hediye alacaksanız en iyi seçim maskedir. Venedik üretimi olanlar epey pahalı. Ucuz olanlar Çin malı. Aralarındaki fark çok iyi anlaşılıyor. Bütçenize göre karar verirsiniz.

Venedik’te günleriniz yeterli ise etraftaki adalardan birine veya birkaçına gitmeyi unutmayın. Cam sanatları ile ünlü Murano ve sonrasındaki Burano’yu vaporettolar ile gezebilirsiniz.

Venedik, başlı başına 3 günlük bir tatili hak eden, Avrupa’da (hatta dünyada) görülmesi gereken bir şehir. Başka türlü bir büyüsü var. Canlı, hareketli, yaşayan bir yer. Eğer kendinize bir gezi ödülü verecekseniz bu şehir kesinlikle Venedik olmalı. Sular altında kalmadan mutlaka görün. 2100 yılında Venedik diye bir yer olmayacakmış. Elinizi çabuk tutun. 🙂

TRİESTE

Trieste, beklediğimden çok daha güzeldi. Hakkında çok az bilgiye sahiptim. İzlediğim gezi programlarının birinde, Avusturya’ya giden kahvelerin gemiden indirildiği ve sevkiyat yapıldığı yer olduğunu öğrenmiştim. Geçmişte daha da önemli bir liman kentiymiş ama Orta Avrupa’ya yakınlığı nedeniyle halen yoğun bir ro-ro gemi trafiğine ev sahipliği yapıyor. İtalya’nın en doğusunda yer almakta. Sınırda oldukları için Tireste’de yaşayanlar hafta sonlarında Slovenya’nın Koper ve Piran gibi ucuz ve sevimli  şehirlerine kaçmaktalar. Trieste’den 20 dakikalık bir otoban yolcuğu sonrasında Koper’e varıyorsunuz. Venedik gibi büyük ve büyülü bir şehire arabayla sadece 2 saat mesafede.

 

CİNQUE TERRE (5 TOPRAK)

UNESCO Dünya mirası listesinde yer alan ve 5 köyden oluşan bu güzel topraklara gitmek araba ile biraz meşakkatli. Yol çok virajlı. Dağlık ve sık bir orman yapısı içinden gidiliyor. Ben çocukluğumdan beri ilk defa mide bulantısı ile yerlere serildim. Peki buna değdi mi derseniz, kesinlikle değdi. Buraya tren ve gemi ile gelmek daha akıllıca, hatta daha zevkli. İtalya’nın en büyük askeri limanı olan La Spezia ve Genova şehirleri arasında kalıyor. Bu iki şehir de çok güzel fakat 5 köy İtalyanın coğrafik miraslarından sayılıyor. Yolunu kaçırdığımız için göremediğimiz Napoli yakınlarındaki Amalfi sahilleri de bu tip bir bölge. Renkli evler, dağlık yapılaşma, cam gibi bir deniz, huzur veren yaşam… Kuzeyden güneye sırası ile Monteresso, Vernezza, Corniglia, Manorola ve Riamaggiore isimli bu köyler; konumları, manzaraları, set şeklindeki üzüm bağları, deniz ürünlü yemekleri ve daha nice güzellikleri ile insanı baştan çıkaracak cinsten.

 

 

GARDA GÖLÜ

 

COMO GÖLÜ

 

İşte İtalya böyle bir ülke. Akdeniz çapkınlığı var. Kuzey ülkeleri gibi monoton ve tek düze değil. Ateşli halleri, her an bir sürprizle karşılaşmanıza sebep oluyor. Bir Terazi burcu olarak, seviyorum bu ülkeyi. Doğası ile göze, yemekleri ile mideye, müzikleri ile kulağa, sanatı ve tarihi ile ruha, uygun fiyatlı yaşamı ile cebe hizmet ederken, tertemiz denizleri ile yazınızı, Alp’lere uzanan köyleri ile kışınızı, fotoğraf makinenizi çatlatacak güzellikleri ile bahar aylarınızı eşsiz kılacak. “Görmeden ölmeyin”