Cenevre Gölü’nü tanıtmaya çalıştığım yazımda da anlattığım üzere, 4 günlük bir sürede, ilk gün Cenevre kaçamağı, sonrasında 3 günlük bir Lyon gezisi için yollardayım. Uçaktan Lyon-Saint Exupéry Havaalanında indikten sonra 24 saatlik bir göl turu yapıp, ertesi gün tekrar Lyon’a dönüyor ve kiraladığım aracı bırakıyorum. Oraları görmeme vesile olan dostumun uçağı çoktan inmiş, valizini bekliyor. Araç kiralama ofisleri ile havaalanı aynı arazi içinde olduğundan dolayı servis aracına binip, yolcu çıkış kapısına gitmem 5 dk. sürüyor ve çıkış kapısında buluşuyoruz.

Bizi bekleyen lüks bir araca biniyoruz ve 30 dk. sonra şehirdeyiz. Hava kararmaya başladığı için şehri anlamakta güçlük çekiyorum. “Yarın, gündüz gözüyle şehrin altını üstüne getiririm” diye düşünürken otele varıyoruz. Yol arkadaşım 2 gün eğitim vereceğinden dolayı Lyon’u tek başıma gezeceğim. Arabadan inerken kalacağımız otelin bir gökdelen olduğunu görünce şaşırıyorum. 32. kata kadar popüler bir iş merkezi, sonrası otel olarak tasarlanmış. Odamız 2 kişilik ve ben sadece kahvaltı farkı ödeyerek kalacağım. Yoksa, böyle bir otelde benim gibi gezen bir turistin kalması ne mümkün. 🙂

Benim gezi formatım ekonomik ve sırt çantalı turist şeklinde olduğu için yurt dışı seyahatlerimde 10-15 euroluk otellerde kalıyorum. Kaldığım en pahalı otel, Bedri kardeşimle gittiğimiz İsviçre-Davos’daydı. Sosyete her yeri doldurduğu için gecenin bir vakti çaresiz kalmış, son anda otellerin birinde 1 odalık boş yer bulmuştuk. Kişibaşı 55 € dediklerinde tansiyonum fırlamıştı ve ben görevliye kendimizi acındırıp, zar-zor 45’e düşürtmüştüm. Halen anlatıp, hayıflanırız. O gün “daha da Davos’a gelmem” lafını “ben yine giderim ama kalmam” şeklinde değiştirdim… 🙂

Sloganımız şöyle: Gezilerinizde müze görün, konser dinleyin, maç seyredin, sabahlara kadar eğlenin fakat konaklama ve yemek için fazla para harcamayın. Mümkünse, ikisi de yetecek kadar olsun…

Sözün özü; 2016’da bir arkadaşın odasında kaldığım Viyana-Inter Continental Hotel’den sonra, Lyon’daki Radisson Blue Hotel, Avrupa’da kaldığım en pahalı ikinci otel olarak gezi tarihimdeki yerini almış bulunmakta. Ayıptır söylemesi ama, 39. kattan Lyon manzarası da bir başka güzeldi. 🙂


Bir gezinin en önemli anlarından biri, ilk günün sabahında uyanıp, keşif yapma hevesinde olduğunuz dakikalardır. Kahvaltı sırasında görmek istediğiniz yerlerin planını çıkarır veya plansız bir şekilde kendinizi yollara atarsınız. Her ikisi de heyecanlı ve keyiflidir. Ben, bir önceki gün gittiğim Cenevre Gölü’ne odaklandığım için Lyon hakkında araştırma yapmamıştım. Pek tarzım olmayan bir şeyi yapıyor ve hiç ders çalışmadan kendimi yeni bir şehrin kollarına bırakıyorum. Elbet vardır Lyon’un sürprizleri…

Karnım tok, sırtım pek, kalbim küt-küt bir şekilde çıkıyorum otelden. Çocuk gibi sevinçliyim. Acaba şehir bana neler gösterecek, neler anlatacak? Daha yürümeye başlayalı birkaç dakika olmuşken ufukta görünen, hakim bir tepeye konuşlanmış bir yapı ilgimi çekiyor. “Buraya çıkmalıyım” diyorum.

Otelim şehrin merkezinde olduğu için dakikalar içinde Rhône nehrinin üzerindeyim. Lyon tüm güzelliği ile kadrajıma giriyor. Kamera, cep telefonu ve fotoğraf makinesi harıl harıl çalışmaya başlıyorlar. Onlar da benim gibi coşkulu ve heyecanlılar. Selfie çubuğu yaramaz çocuk gibi yerinde duramıyor.

Lyon’un içinden 2 büyük nehir geçiyor ve şehrin güneyine doğru birleşiyorlar. Biri, Viomenil kasabasından doğup, 473 km. uzunlukla Lyon’da sonlanan Saône nehri, diğeri İsviçre’nin Rhône Buzulu bölgesinden doğup, 812 km. uzunlukla Fransa’nın güneyindeki Marsilya yakınlarından Akdeniz’e dökülen Rhône nehri. Lyon’un içinde Saône ile birbirlerine kavuşarak daha güçlü bir nehire dönüşen Rhône, geçtiği her yere hayat veriyor.

Hemen karşımda renkli bir çiçek ağacı görüyor ve önünde fotoğraf çektiriyorum. “Larbre à Fleurs” denilen sanat eserinin Lyon’un sembollerinden olduğunu sonradan öğreniyorum.

Bir arka sokağa doğru yürürken Lyon’un en ünlü ve büyük meydanı Place Bellecour’da olduğumu anlıyorum. Fransa’nın en büyük meydanlarından biri olan Bellecour, şehrin kalbi sayılıyormuş. Önemli günlerde ve kutlamalarda dolup taşan bir meydanmış. Heykeltraş Frèdèric Lemot tarafından 1825’de yapılan, Fransa’nın en uzun süre tahtta kalan kralı XIV. Lui anıtı, dönme dolap ve tarihi doku görülmeye değer.

Şehrin içinden iki büyük nehir geçtiği için bol bol köprü yapmışlar. Merkez bölgesindeki 15 civarında köprü, Rhône ve Saône arasında kalan yarımadayı ve şehrin iki yakasını birbirine bağlıyor.

Nehirlerin üzerinden geçtim ve artık Eski Lyon (Vieux Lyon) dedikleri bölgeyi fethetmeye başlıyorum. İlk işim tepedeki katedrali bulmak. Telefonda navigasyonu açtım, yönümü bulmaya çalışıyorum. Oraya kadar yokuş yukarı çıkmak yorucu olacak. Elbet vardır bir ulaşımı derken, önüme tarihi Vieux Lyon finiküler istasyonu çıkıyor. 1862’den beri hizmet veriyormuş. Duvarlarındaki nostaljik fotoğraflara bayıldım.

Gidiş-dönüş biletimi 3 €’ya alıyorum ve 5 dk. içinde Fourvière Tepesi’ndeyim. Uzaktan görüp, hedefe kilitlendiğim yapı Notre Dame de Fourvière Bazilikası’ymış. Finikülerden iner inmez sizi karşılayan Bazilika, ihtişamının aksine çok da eski bir mimari değilmiş, 1872’de yapılmış. Bahçesindeki manzara müthiş. Şehir, tablo gibi gözlerinizin önünde.

Görünen gökdelenlerden biri bizimki. Lüks ve havalı olmalarına rağmen şehrin kalbine saplanmış bir ok gibi duruyorlar. Tanıtmaya çalıştığım Bazilika’yı bile “ters dönmüş file benziyor” diyerek beğenmeyen halk, bu gökdelenler yapıldığında çıldırmış olmalı.

Lyon hakkında ön bilgi sahibi olmadığım için ayaklarımın götürdüğü yere gidiyorum. Karşıma neresi çıkarsa “kısmetimde bu varmış” diyeceğim. Elimdeki biletle 600 mt. ötedeki bir başka istasyondan da dönebileceğimi öğrenince, ara sokaklardan yürüyüp etrafı keşfetmeye karar veriyorum. Zamanı akışına bırakmak ve hislerine güvenmek böyle bir şey işte.

Bir de ne göreyim? Sokakların birinde karşıma Roma amfitiyatrosu çıkıyor. Gözlerime inanamıyorum. “Romalılar buraya da gelmiş mi?” diye mırıldanırken, dilimi ısırıyorum. Sezar’ın gitmediği diyar, görmediği yer, yenmediği kimse mi kalmış…!

Sezar demişken; meşhur Veni-Vidi-Vici (Geldim-Gördüm-Yendim) sözünü M.Ö. 47 yılında, Tokat şehrimize bağlı Zile (Zela) ilçesindeki kalede, Pontuslulara karşı aldığı galibiyet üzerine söylediğini biliyor muydunuz? Roma’dan çık, Yunanistan üzerinden karşıdaki Mısır’a geç, Nil Savaşı’nı kazan, savaşta birlikte saf tuttuğun Kleopatra ile biraz oynaş, gelen bir haber üzerine Tokat’a sefer düzenle. Bugünkü teknoloji ve imkânlarla böyle bir yol, yap desen yapılmaz. Pek akıl sır ermiyor…

Gallo-Roman Tiyatrosu denilen alanın kapısında görevli olmayınca içeri sızıyorum. Meğer Lyon’un temelini oluşturan Lugdunum şehrinin kalıntıları arasındaymışım. Sezar’ın ölümünden 1 yıl sonra M.Ö. 43 yılında General Plancus’u buraya gönderen Roma Senatosu, Lugdunum şehrinin kurulmasını sağlamış. Batı Avrupa’nın büyük bir bölümünü kapsayan Galya’nın önemli bir şehri olan Lugdunum, yıllar içinde büyümüş ve önemli bir ticaret merkezi olmuş. Bulunduğu eyaletin başkenti olması sebebiyle darphaneye sahip oluşu ve her kültürden nüfusun varlığı, şehrin 400 yıl boyunca gözde olmasını sağlamış. Gittiğimde müze bölümü kapalı diye biraz hayıflandım ama tarih düşkünü bir adam olarak keyfe keder yürüyüşümün ödülünü böyle almak çok değerliydi. Hislerim beni yine haklı çıkarmıştı.

Fourvière tepesinden Eski Lyon’a geri dönmenin zamanı gelmişti. Dönüş biletimle Minimes istasyonundan finikülere binip yeniden nehir kenarına geliyorum. “Şu köprüden geçip, karşı sokakları görüp, tekrar bu bölgeye gelip yemek yiyeyim” diyorum. İyi ki demişim. Benim gibi plak koleksiyoncusu bir adamın karşısına çıkabilecek en güzel dükkân çıkıyor. Fransızların kimseyi beğenmez, ingilizce konuşanlara gıcık olan, biraz kibirli hallerini bildiğim için içeri girmekte tereddüt ediyor fakat kendimi alamıyorum. Çat-pat ingilizcemle kendi plaklarımdan ve gramofonlarımdan bahsedip, bir ustadan puan almaya çalışıyorum. “Tanıştığıma çok memnun oldum Mösyö Billon”

Tekrar Eski Lyon bölgesindeyim. Saat 3’e geldiği için acıkmaya başladım. Elim-ayağım titremeye başlayacak birazdan. Yemeğin kralının Lyon’da olduğunu biliyorum fakat her şey pahalı. “Ucuz yollu ne yesem acaba” diye düşünürken bir aileye denk geliyorum. Parkta oturmuş Belçika patatesi ve hamburger yiyorlar. “Bayılırım ben buna, acil bulmalıyım” diye yürürken güzel bir meydana geliyorum. Burada Lyon Katedrali diye de anılan “Saint-Jean Baptiste de Lyon” isimli katedral bulunuyor. Gotik üslupla inşa edilen katedralin inşasına 1180 yılında başlanmış, 1480’de bitirilmiş. Lyon Başpiskoposu bu katedralde bulunuyormuş. Vaftizci Yahya olarak bildiğimiz St. Jean, Hz. İsa’yı vaftiz eden kişi olduğu için katedral ona adanmış. Bahçesindeki tarihi kalıntılar görülmeye değer. Katedralle aynı adı taşıyan meydan ve önündeki cadde Eski Lyon’un en popüler yerleri.

Rue Saint Jean caddesinde sağa-sola bakınarak ve tabii kendimi kaybederek geziyorum. Açlıktan değil, bir şehrin eski dokusunu, eski ruhunu hissetmekten sersemim. Burada günlerce gezinebilir, yöresel yemeklerin yapıldığı Bouchon denilen restoranlarda yer-içer, bir sahafın kapısında kahvemi yudumlayıp, bir antikacının içinde de uyurum.

Bu duygular içinde yürürken Minyatür ve Sinema Müzesi diye bir yere denk geliyorum. Bakar mısınız güzelliğine?

Burnuma kızartma kokuları gelmeye başladı bile. “Bekle beni patatesssss” derken aradığım yeri buluyorum. Belçika’daki kadar güzel ve leziz bir öğün yerken, yan masadaki gençlerin yemek duası yaparak başlamaları çok ilgimi çekmişti. “Gastronominin Fransa’daki başkentine gelmiş, hamburger yiyorsun” diyenlerinizi duyar gibiyim. Yahu ben sırt çantalı bir turistim, benim neyime havalı Lyon yemekleri. “Bu saatte yediğim yemek beni tutar, bugünümü kurtarır, yarın ola, hayrola..” diyerek yürümeye devam ediyorum.

Doğu yakasına geçmeden önce karşıma çıkan, Lyon’daki tren garlarından batı yönüne hizmet veren, tarihi Saint Paul Tren Garı’nın bir fotoğrafını çekiyorum. 1876’da yapılan garın dışı da, içi de çok güzel.

Akşamüstü saat 5 oldu. “Epey yoruldum, yavaş yavaş dönsem fena olmayacak” diyerek şehrin ortasındaki yarımadayı geçip, otelimin yolunu bulmayı planlıyorum. Pont de la Feuillée köprüsünden karşıya geçip dümdüz yürüyorum. Karşıma görkemli bir meydan çıkıyor. Şaka-maka Lyon’un görmeye değer turistik yerlerini yürüye yürüye bulmuş oluyorum. Burası da onlardan biriymiş, Place des Terreaux meydanı.

Meydanın ortasında öyle bir heykel var ki beni kendine çekiyor. Meğer beğendiğim kadar varmış. Oldukça meşhur olan bu heykeli yapan Frédéric Auguste Bartholdi, New York’daki Özgürlük Anıtı’nı yapan heykeltraşmış. Bartholdi Çeşmesi denen anıt, 1892 tarihinde bu meydana yerleştirilmiş. Kurşundan yapılmış heykel ihtişamıyla görenleri büyülüyor. Atları çeken kadın Fransa’yı, 4 adet at da Fransa’daki 4 büyük nehri temsil ediyormuş.

Terreaux Meydanı’ndan ayrılamıyor, etraftaki kafe ve binalara hayran hayran bakıyorum. Tam karşımdaki Hotel de Ville oya gibi işlenmiş bir bina. 1672 yılında yapılmış, yangınlarda tahrip olduktan sonra 1800’lü yıllarda birkaç kere restorasyon görmüş. Şu an Lyon Belediye Binası olarak kullanılan bina mimari açıdan başlı başına bir değer.

Arkamdaki görkemli binanın Lyon Güzel Sanatlar Müzesi olduğunu sonradan farkettim. Ayaklarımda güç kalmamıştı fakat Lyon’da bir müze görme fikri fena değildi. “Bu saatte açık mıdır” diye kafamı uzatırken kendimi içeride buldum. Bilete 8 € verdim ve inanın ki, nasıl bir müzeye gireceğimi önceden bilseydim 28 € bile verirdim. İçerisindeki değerli eserlerden birkaçını göstermek istiyorum.

Sizlere göstermeden içimin rahat etmeyeceği bir heykel var. Antonio Corradini’nin 1700’lü yılların başında yaptığı Allegorie de la Foi heykeli. Mermerin tül varmış gibi işlenmiş olması beni çok etkilemişti. Etrafında kaç tur döndüm hatırlamıyorum.

Claude MONET, Paul GAUGUIN, Pierre Auguste RENOIR, Auguste RODIN, Eugène DELACROIX, hatta Pablo PICASSO gibi dünyaca ünlü ressam ve heykeltraşların eserlerinin yanında, başta Mısır olmak üzere önemli medeniyetlerin eserlerinin de sergilendiği “Musée des Beaux-Arts de Lyon” müzesi, bana Lyon’da yaşanacak en değerli dakikaları armağan etmişti. Demiştim size “Lyon’un elbet vardır sürprizleri” diye. Bundan büyük hediye mi olur? Hem de bu fiyata. Gel de “Takıl bana hayatını yaşa” pozu verme. 🙂 Terraux meydanından ayrılırken arka sokaktaki Opera de Lyon’a da bir selam veriyorum. Sergilenen operalara bilet bulmak çok zormuş.

Daha ilk günümdeyim ve gördüğünüz üzere epey yer gördüm. Tepeye çıkmak için kullandığım finiküler hariç, her yeri yürüyerek gezdim. Şimdi son bir gayretle yarım saat daha yürüyüp, otelin yolunu bulmak istiyorum. Artık ayaklarımı sürümeye başladım. “Çok şükür gelmek üzereyim, bu gece yattığım yeri bilemem herhalde” diye düşünürken otelin 2 arka sokağında, çarşı gibi bir yer görüyorum. Hem yorgunluktan ölüyor hem de kafamı uzatmadan edemiyorum. Vay vay vayyyy…

Meğer burası “Les Halles de Lyon-Paul Bocuse” denilen, Lyon’un en ünlü yeme-içme yerlerindenmiş. Kapalı pazar gibi bir yer. İçerisinde şarküteri, deniz ürünleri satan yerler, tezgâhtan seçtiğiniz ürünleri yiyebileceğiniz restoranlar, ekmek fırınları, peynir-şarap keyfi yapabileceğiniz ayaküstü büfeleri, marketleri olan büyük bir çarşı. Bu kadar kaliteli ve çeşitli ürünün olduğu, böylesine elit bir kitlenin bulunduğu bir yer çok az bulunur.

Adını dünyaca ünlü yemek şefi Paul Bocuse’dan alan mekân, Lyon’un sembol yerlerinden biri. Yolunuz buralar düştüğünde muhakkak uğramalısınız. Çok yorgun olduğum için birkaç fotoğraf çekip, burayı keşfetmeyi ertesi güne bırakıyorum.

İlk günü özetleyelim isterseniz:

  • Çiçek ağacı ve Lyon’un ünlü meydanı Bellecour
  • Tarihi finikülere binip Fourviere Tepesi’ndeki Notre Dame Katedrali
  • M.Ö. 43 yılından kalma Gallo-Roman Arkeoloji Parkı
  • Saint Jean Katedrali, meydanı ve tarihi caddesi
  • Saint Paul tren garı
  • Terraux Meydanı, Bartholdi çeşmesi, tarihi belediye binası
  • Aynı meydandaki Lyon Güzel Sanatlar Müzesi
  • Paul Bocuse yeme-içme çarşısı

“Yahu daha ne olsun, yat zıbar gözün doysun” diyerek uykuya dalıyorum…


Lyon’daki günlerimi ilk gün tanıma, ikinci gün anlama, üçüncü gün yaşama diye bölümlere ayırdım. Bir gün önce Lyon’un muhakkak görülmesi gereken yerlerini dolaştım. Dünyaca meşhur sanatçıların yer aldığı müzeyi görmek de bonus oldu. İkinci günün sabahı ben yine yollardayım. Bugün keyfe keder dolaşıp Lyon’u daha farklı dolaşmak istiyorum.

“Haldır huldur gezdin, hiç Lyon’un ruhundan ve karakterinden bahsetmedin” dediğinizi biliyorum. Doğru düşünüyorsunuz. Dünyanın binbir hali vardır, bir telefon gelir dönmek zorunda kalırsınız veya hasta olacağınız tutar. Bu yüzden gittiğim yerlerde ilk önce yapılacakları yapmaya çalışırım. Burda da böyle oldu. Birkaç satırda özetlemem gerekirse, Lyon denince;

  • Fransa’nın, Paris ve Marsilya’dan sonra en büyük 3. şehri.
  • Ülkenin gastronomi başkenti sayılıyor. Sayısız yemek şefi var. Peynirlerin, şarapların, mantarların, etlerin en iyileri bu bölgede. Tarihinden gelen yemek kültürü çeşitliliği, yöresel mutfağın zenginliği, coğrafi konumunun avantajıyla taze sebze-meyve, bu nimetleri iyi kullanan yetenekli aşçılar Lyon’u marka haline getirmişler.
  • 140 milyonun üstünde satış rakamıyla dünyanın en çok satan kitapları listesinde üçüncü sırada yer alan Küçük Prens kitabının yazarı Antoine de Saint Exupéry bu şehrin sembol isimlerinden biri. Lyon havaalanına onun ismi verilmiş.
  • Ticaret ve sanayide çok ileri olan Lyon, merkezi konumundan dolayı özellikle ipek ticaretinde önemli bir şehir olmuş.
  • Her yıl, Aralık ayının ilk haftasında yapılan Işık Festivali’nde şehir ışıl ışıl ve rengârenk oluyormuş. 17. yüzyıldan kalma bir gelenek ile evlerin pencerelerine mumlar koyup, veba salgınından kendilerini kurtardığı için Meryem Ana’ya şükranlarını sunuyorlamış. Ne yazık ki bu ilginç festivali birkaç günle kaçırmış bulunuyorum. 🙁
  • Futbolla ilgili olanların bileceği üzere Olympique Lyon takımı Fransa’nın önde gelen kulüpleri arasındadır. 7 kere üst üste şampiyonluk rekorları halen kırılamamıştır.

Haydi, biraz daha gezelim Lyon’u…

Otelin bulunduğu caddede bir kiliseye kafamı uzatıp günlük turuma başlıyorum. “Immaculate Conception” adlı kilisesinin mimarı Pierre Bossan, aynı zamanda Fourviére tepesindeki Notre Dame Bazilikası’nın da mimarıymış.

Aynı caddeden dümdüz yürüyüp, Rhône nehrini geçiyorum. Karşıma çıkan Place des Jacobins meydanı ve ortasındaki Jacobins Çeşmesi’ne saygı duruşu yapıp, güzel caddelerden biri olan Eduard Herriot’ta noel için süslenmiş dükkânlara göz gezdiriyorum. Artık acelem ve planım olmadığı için elimdeki sandviç ve meyvesuyu ile sallana sallana geziniyor, Lyon’un keyfini çıkarıyorum.

Biraz nehir kenarında dolanıyorum fakat hava serin ve bir gün öncenin yorgunluğu üzerimde. Mâlum, noel arifesindeyiz ve ben ilk defa böyle bir zamanda Avrupa’da olduğum için Lyon’un noel pazarını görmek istiyorum. Son gecemizde geç vakite kadar Lyon’un gece hayatını görmeyi planladığımız için dinlenmiş olmam ve çok üşümemem gerekir. Zaten tek başına ancak bu kadar geziliyor.

Dün gördüğüm “Halles de Lyon Paul Bocuse” isimli kapalı çarşıya gidip hem keşfedeyim hem de biraz ısınayım diyorum. Dün kapanma saatinde gittiğim için içeride az insan vardı. Bugün daha kalabalık ve keyifli. Peynir reyonları, düşkünlerini delirtecek kadar zengin. Güzel bir peynirin kilosu 40 € civarında. Deniz ürünleri ise efsane. Bu kadar çok çeşidini bir arada görmemiştim. Deniz kestaneleri, istiridyeler, yengeçler, ıstakozlar havada uçuşuyor. Millet yaşıyor hayatını. Bir de nispet yapar gibi poz veriyorlar. 🙂

Akşam oldu ve noel pazarını görmek için sabırsızlanıyorum. Avrupa’da noel coşkulu ve ışıltılı geçiyor. Bizim bayramlarımızda çarşı-pazar nasıl hareketliyse, onların da büyük meydanlarda kurdukları noel pazarları, özellikle akşamları toplanma yeri oluyor. İşte onlardan biri de buradaki Place Carnot meydanında kuruluyor. Yan yana dizilmiş reyonlarda birbirinden güzel hediyelik eşyalara bakarken, ayaküstü içilen sıcak şarap akşam serinliğinde iyi gidiyor.

Noel pazarını gezdikten sonra, Lyon’daki son akşamımızda turist formatından çıkıyorum ve güzel bir restoranda et-şarap ziyafetine ortak oluyorum. Sonrasında da kaliteli bir mekânda gecenin finalini yapacağız. St. Jean meydanından geçerken, balkonların birinde gece tiyatrosuna rastlıyoruz. Sokaktan geçenler durup, sanatkârın performansını seyrediyor. Tarihi bir meydanda, Lyon Katedrali’nin ışıkları altında böyle bir şeye denk geldiğim için çok mutlu olmuştum. Fransızca anlamasam da alkışlarımı eksik etmedim.

Karşı kıyıya geçmeden önce Lyon’un sembollerinden olan bir başka esere selam veriyor, saygılarımı sunuyorum. Lyon Temyiz Mahkemesinin karşısına konuşlanması tesadüf değil tabii. “The weight of one-self” adlı heykelin verdiği mesaj çok derin. “Benliğin ağırlığı” veya “Kendinin ağırlığı” şeklinde tercüme edilen heykel “İnsan kendini taşır, hem kendinin kurtarıcısıdır, hem de yüküdür” diyor. Ne laf ama…? Gel de delirme…!

Artık kadehlerimizi Lyon için kaldırma zamanı geldi. Elit bir kitlenin, hoşça vakit geçirdiği Bistrot des Célestins iyi bir seçimdi. Harika şarkılar eşliğinde keyifli bir gece geçirdik. Taşkınlık yapmadan, etraftakileri rahatsız etmeden, kibarca nasıl eğlenilir, bir örneğini daha görmüş oldum. Sizin de oralara yolunuz düşerse güzel bir akşam yemeği sonrası, gecenizi böyle bir yerde sonlandırın.

Fransa’nın 3. büyük şehrinde olmak ve hakkını vererek gezmek çok güzeldi. Paris’i gördükten sonra oluşan Fransa hakkındaki düşüncelerim, Strazbourg ile biraz yumuşamıştı ama Lyon’dan sonra algım tamamen değişti. Bambaşka bir Fransa ve yaşam stili gördüm. Genelde hesaplı fiyatlara bulunabilen Lyon uçaklarından birine kendinizi atın ve 2 gün bile olsa bu güzel şehrin tadını çıkarın. Eğer 1 haftalık tatiliniz varsa, araba kiralayıp o bölgeyi doya doya gezin. Cenevre Gölü yazımı okumadaysanız ona da bir göz atarak İsviçre’yi ve “Alsace” denilen bölgede şarap yolunu takip ederek Strazbourg’a kadar uzanıp, şu ölümlü dünyada kendinizi ödüllendirebilirsiniz.