Neden Lizbon?……….

Yakın zamanda, internette uçak bileti ararken ve tam da uygun bir fiyata Marsilya bulmuşken, Alp Abi odama geldi. Kendisiyle uzun ve hoş sohbetler yapar, birbirimize anılarımızı anlatırız. Onunla konuşmak beni mutlu eder. Eğlenceli anlatır, ilgi ile dinler. “Hayrola bilet mi bakıyorsun, sen benim Lizbon kitabımı okumuş muydun, eğer uygun bir fiyata bulabilirsen Portekiz’e git, ” dedi. Meğer “Lizbon Seyahatnamesi” diye 200 sayfalık bir kitap yazmış da benim haberim yokmuş. Bir seyahatnameden öte, adamakıllı bir şehir, hatta bir ülke tanıtım rehberi. “Ah be abi, Portekiz’e uçaklar çok pahalı, oraya zor giderim” dedim. Aynı akşam, imzalayıp hediye ettiği kitabı okumaya başladıktan birkaç dakika sonra benim yeni rotam belli olmuştu. Kısıtlı bir tarih aralığında, çok uygun bir fiyata bilet buldum. Bir gün öncesi ve bir gün sonrası 3-4 katı fiyattı (hatta gideceğimiz tarihten bir gün önce, bizim uçak, kişi başı 4071 liraydı). “Fransa sahillerine bir şekilde ucuz bilet bulunur fakat Lizbon’u bu fiyata bulmuşken kaçırmayayım” dedim. İyi ki demişim. Ne de güzel yapmışım. Teşekkürler Alp Bozbora. Binlerce teşekkürler….

Lizbon……( Hüzünden beslenen mutluluk şehri )

4,5 saatlik bir THY uçuşundan sonra Lizbon’daydık. Pasaport polisinden, temizlik personeline kadar hava alanındaki herkes “seni bekliyorduk” der gibiydi. Sıcakkanlılar. Orta Avrupa ülkelerinde nispeten bir ciddiyet oluyor ancak İspanya, Portekiz, İtalya ve Yunanistan’da kendinizden bir şeyler buluyor ve Akdeniz enerjisini yakalayabiliyorsunuz. Hava alanı çok büyük. Özellikle dönüş yolculuğunda şahit olduğum free shop ve boarding alanı git-git bitmiyor. Kültürel ve politik kaynaşmalarından dolayı Brezilya’nın Sao Paulo ve Rio de Janeiro kentlerine uçuşlar, sanki iç hat uçuşları gibi olmuş. Her kapıdan bir Brezilya uçağı kalkıyor.

Hava alanındaki turizm ofisinden, olmazsa olmazımız olan şehir haritamızı ve 19 euroya günlük LizbonCard’ımızı aldık (müze gezmeyecekseniz, 10,5 euroya günlük ulaşım kartı almanız yeterli). Çıkışta sağa dönüp, yürüyen merdivenlerle aşağıya inip, bir ucu Aeroporto (Hava alanı), diğer ucu St.Sebastiao olan kırmızı metro hattına bindik. Lizbon’da kırmızı, yeşil, sarı, mavi (metro) ve gri (tren) hatları mevcut. Haritadan ineceğiniz durağı bulup (otelinizin adresi zaten sizde mevcut) inmek veya aktarma yapmak yeterli..

Saldanha istasyonunda inip, metronun merdivenlerinden çıkıp, gökyüzünü gördüğümde ve sonrasında şaşkın-şaşkın etrafa baktığımda bu şehri çok seveceğimi anlamıştım. Nitekim çantaları otele bırakıp kendimizi aceleyle sokağa attıktan kısa bir süre sonra, yeni bir aşkın ilk meyvelerini topluyorduk. Merkezde inip (praça do Comércio), meşhur 28 nolu turistik tramvaya binip, o nostalji içinde daracık sokakları geçerken aşk sarhoşu olmuştuk bile. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Birkaç durak gittikten sonra gözlerimdeki yaşı hissetmeye başlamıştım.

Bu tramvaya mutlaka binmek gerek. Şehirde eğlenceli ve nostaljik bir gezinti yapılmış oluyor. Tramvayın gittiği yerlere yürüyerek gitmek çok zor. Dik yokuşlar ve uzun mesafeler var. Tramvay ağır aksak gittiği için yürümüş kadar keyif alıyorsunuz. Açık camlarından dışarıyı seyrederken, evlerin duvarlarını adeta yalayarak geçen bu araçta kendinizi 1950’lerde hissedeceksiniz. Bizim Vatman o kadar eğlenceliydi ki, oturduğu yerde resmen şov yaptı. El-kol hareketleri, esprileri ve şarkıları ile bana Venedik gondolcularını hatırlattı.

 

Sao Jorge Kalesi

Tarihi yerleri, özellikle kaleleri (çünkü her şehirde var ve hepsi tepede olduğu için manzaraları güzel) çok anlatmak istemiyorum. Fakat Lizbon’a gidip de Castelo de Sao Jorge kalesini görmeden ve size anlatmadan olmazdı. Şehrin doğusunda bir tepeye yerleşmiş fakat şehirle iç-içe bir konumda, eşsiz bir manzaraya ev sahipliği yapıyor. Gündüzü güzel, gecesi bir başka güzel. Şehrin iki yakasını birleştiren 25 Nisan köprüsünün buradan görünümü enfes. Biz akşam 8 de gittiğimiz için (21.00 de kapanıyor) hem aydınlıkta, hem hava karardıktan sonra Lizbon’a kuşbakışı bakma fırsatımız oldu. 737 nolu Midibüs direk kaleye çıkarıyor. Giriş 8,5 euro (Lizboncard’lılara 6,5 euro) İçindeki ışıkların loşluğunda, tavus kuşu seslerinin eşliğinde kaleyi dolaşmak ve selfie çekmek harikaydı. Bizden başka kimsenin olmadığı dakikalarda kendimi şövalye gibi hissettim. “Askerlerrrrr” diye bağırasım geldi. Asırlık zeytin ağaçlarını okşadım, surların taşlarını sevdim. Kim bilir neler gördüler, neler yaşadılar. Ortak olmak istedim yaşamlarına. Hazır yalnız yakalamışken, rüzgârın sesini müzik, Lizbon’un güzelliğini söz yaptım. Bu kaleye geldiğinizde siz de kendi bestenizi yapabilirsiniz. Bir beste ki yıllarca dillerden düşmeyecek kadar güzel…!

 

Meydanlar…

Kaleden şehire muhakkak yürüyün. Dar sokaklarda, nostaljik barlar ve restoranlar arasından, grafitili evlerin yol arkadaşlığı yaptığı 20 dakikalık bir yürüyüşle Rossio (Praça dom Pedro IV) meydanındasınız. Gri hat olarak adlandırılan tren garının da olduğu, etrafında güzel restoran ve kafelerin bulunduğu bu meydan İstanbul’un Mecidiyeköy’ü gibi merkezi. Ayrıca arkasındaki Restauradores meydanı ve lüks mağazaların bulunduğu harika bir bulvar olan Avenida de Liberdade (Özgürlük meydanı) ile birbirine bağlanan Marques de Pombal gezilmesi gereken meydanlar. Hanımefendiler Liberdade bulvarına bayılacak, bu yüzden beyefendiler kredi kartlarını otelde unutsun..:))

Belem

İkinci gün, Portekiz için kahraman sayılan, dünyaca ünlü denizci-kâşif  Vasco de Gama’nın (Avrupa’dan çıkıp, Ümit burnunu dolaşarak doğrudan Hindistan’a giden ilk kişi) içinde uyuduğu, çok güzel bir mimariye sahip Jeronimos Manastırını ve bulunduğu semtteki, tatlısı ile ünlü Belem Pastanesi’ni görmeye gittik. Üstü fırınlanmış, içi akışkan kremalı çıtır hamurdan oluşan meşhur Belem tatlısı, pudra şekeri ve tarçın ile servis ediliyor. Pastanede yer bulmak zor. Kasada kuyruk var. Lizbon’a gelip Belem tatlısı yemeden olmaz. Biz beğendik. Hatta bir tane kesmedi, birer tane de paket yaptırdık. Damağımızdaki bu güzel tatla manastırın yolunu tutup, Vasco de Gama’yı ziyaret ettik.

 

Sahildeki keşifler anıtı (padrao dos Descobrimentos), anıtın arkasında yere işlenen mermerden dünya haritası, anıtın önünden sola bakarken 25 Nisan köprüsünün görüntüsü, sağa bakarken Atlas Okyanusu’nun engin manzarası ve karşı yakada duran simgesel Cristo Rei heykeli gerçekten çok güzel.  Biraz ileride sizi bekleyen, Portekiz’li gemicilerin sefere çıkarken gördükleri son kara parçasındaki simgesel Belem Kulesi’nin (torre de Belem) suyun içindeki, hafif eğik ve hüzünlü duruşu bana çok dokundu. Turistlerin yoğun ilgisi içindeyken ve Portekiz’in simge yapılarından biri olmasına rağmen bana biraz yalnız ve mutsuz gibi geldi. Sefere çıkan denizcilerin geçmesini mi bekliyor acaba?

 

Cascais

Belem’de günlük kartımızı yenileyelim derken, kartı aldığımız büfedeki görevli  Cascais ve Sintra’ya da ücretsiz gidebileceğimizi söyledi. Sintra hakkında az-çok ders çalışmışlığım vardı fakat Cascais için bir fikrim yoktu. Onu da bindiğim trende, telefonumdan internete girerek öğrendim. Zamanında dünya jet sosyetesinin uğrak yeri imiş fakat tacını Monte Carlo’ya kaptırmış. Yine de özellikle yaz mevsiminde ilgi büyük. Gerçekten çok huzurlu ve kara Avrupa’sının son yerleşim yeri olarak haklı bir mirasa sahip. Lizbon’un sahilindeki Cais de Sodre garından kalkan tren Belem’den geçerek, “Casino Royale” filminin de çekildiği Estoril’e uğrayıp, Cascais’de son buluyor. Biz çok beğendik. Kesinlikle gelmeli ve turistik restoranlarında bir şeyler atıştırmalısınız. Güzel anılarla Lizbon’a döneceğinizden şüpheniz olmasın.

Yeni bir gün

Yağmurlu bir güne uyanmıştık. Eyvah yandık derken, kaldığımız hostelde kahvaltı ile vakit geçirmeye karar verdik. Başka bir otele geçmek için çantaları toplayıp, emanete bıraktık. Dışarı çıktığımızda doğruca metroya gidip, kendimizi kapalı bir mekâna atmanın telaşı içindeydik. Tren garlarını karıştırıp, yarım saat sonra Rossio meydanına çıktığımızda hava günlük güneşlikti. 5 dakika sonra kalkacak trene yetiştik.

 

40 dakikalık bir yolculukla Sintra’dayız. Cascais gibi, Sintra’da Atlas Okyanusu manzaralı. Bu coğrafya kara Avrupası’nın bittiği yerler. Benim için anlamı büyük. Gezerek bitiremeyeceğim Avrupa’yı, batı yönünde, coğrafi olarak bitirmiş oluyorum.

Sintra

Burası gerçek bir masal diyarı. Tanımlamanın hakkını veren bir güzelliğe sahip. Hem şehir merkezi hem de etrafında bulunan tarihi yerleri ile mutlaka- ama mutlaka görülmeye değer. Bu yöndeki son durak olan Sintra istasyonundan çıkınca, bilmeyen ne yapacağını şaşırıyor. Turistlerin peşine takılıp biraz yürüyelim dedik. İyi ki demişiz. Yol boyunca yemyeşil bir orman ve mimarisi harika olan evlerin arasından, bir duraklık bir yürüyüşle, kendimizi şehir merkezinde bulduk. Meğer istasyon yanındaki duraktan 434 nolu otobüs kalkıyor ve 5.5 euroya sizi tüm Sintra güzelliklerine götürüyormuş. Bileti kaybetmezseniz istediğiniz yerde inip binebiliyorsunuz. İşte her şey bu otobüs yolculuğu ile başlıyor. İçinden geçtiğiniz orman rüya gibi. Böyle bir yeşillik, bu kadar güzel çiçeklerin olduğu böyle bir botanik dünya zor görülür. Çiçek resmi çekmekten etrafı seyredemedim. Özellikle bana yaşama sevinci veren şeylerden biri olan Küpe Çiçeği bu ormanda ağaç olmuş. Bizim saksıdaki küpelerimiz burada kasım-kasım kasılıyor. Hayran olmamak elde değil…

Kuş sesleri ve yeşillikler içinde, ikinci durak olan Kale durağında iniyoruz. Fakat “bir gün önce bir kale gezisi yaptık, zamanımızı sur tepelerinde değil, yaşanmışlığın olduğu bir şatoda harcayalım” diyerek, arkadan gelen bir başka otobüse binip, daracık orman yolunda Pena Şatosu’na doğru ilerliyoruz. Giriş 14 euro. Yürüyerek çıkamam derseniz 1.5 euroluk servise binebilirsiniz. Biz bu görkemli bahçede yürümek istedik. Ağaçların arasından kulelerini gördüğümüz şatoya yaklaştıkça, bizi nasıl bir yerin beklediğini yavaş-yavaş anlamaya başlamıştık.

Pena Şatosu

Zaten Lizbon için sıfat bulmakta zorlanıyorum. Güzel-enfes-büyüleyici-harika-eşsiz vs. vs. Bu yüzden, burayı anlatmak için beni sıkıştırmayın lütfen. Sözün bittiği yerdeyim. Kuşbakışı gördüğüm okyanusu, etrafındaki ormanı, bu masalsı şatoyu ancak resimlerde gösterebilirim size. Konumu, mimarisi ve ihtişamı biraz da olsa resimlerde anlaşılabilir belki. Benim burayı anlatmaya cümlelerim yetmez. 1800’lü yıllarda kral ve kraliçenin yazlık sarayı olarak kullanılan, ortaçağ stili ile döşenmiş bu görkemli şatoya bayılacaksınız. Muhakkak gezi planlarınızda olmalı. İçindeki mobilyalara, duvarlarındaki kabartmalı çinilere, kral ve kraliçenin yaşadığı odalara ve tabii ki teraslarından görülen muhteşem manzaraya hayran kalmamak elde değil. Bir fotoğraf çekilecek, bir kamera kaydı yapılacak, bir selfie pozu verilecekse bundan daha iyi bir yer olamaz. Dünyanın en güzel 10 şatosu içinde yer alan Pena’ya bayıldık, bayıldık, bayıldık….Trene binmek üzere otobüsümüze yeniden bindiğimizde bu rüyadan uyanmak istemedik. Sintra’da bir tam gün geçirilir. Sabahtan gel, merkezde kahveni iç, tarihi yerleri gez, tekrar gel bir şeyler ye, akşamüstü kahveni şatoda iç ve hatta Sintra’da gecele. (Bunu en kısa zamanda yapalım diyenler parmak kaldırsın)

 

Santa Justa Asansörü

Lizbon’a gelip de bu tarihi asansöre binmemek olmaz. Kuyruğun hafiflediği bir anda sıraya girin ve bu deneyimi yaşayın. Şehir kartlılara ücretsiz. Tepesindeki manzara harika. İner inmez sizi karşılayan bar-restoranda bir şeyler içip, bol bol selfie çekebilirsiniz.

  

Amália Rodrigues

“Portekiz’in sesi” unvanını fazlasıyla hak etmiş, giden denizcilerin arkasından yakılan ağıtlardan doğan Fado müziğinin kraliçesi, dünyaca ünlü Amalia Rodrigues gizemini korumak adına kendisini sakladı. Nacional Pantheon da uyuyan büyük sanatçıyı ziyaret etmek kısmet olmadı. Gittiğimizde kapanmıştı. Dışarıdan seslendim ona. “Seni sen yapan işte bu hüzün ve mahzunluk” dedim. Ses vermedi.. 🙁

   

Fernando Pessoa

Bir iki satır da bu ünlü şair için yazmasaydım Lizbon yazısı eksik kalırdı. Portekiz’in simge isimlerinden biri olan Pessoa’nın sürekli gittiği ve kapı önündeki masaların arasında heykelinin olduğu Cafe A Brasileira’ya uğramadan edemedim. Turistler resim çektirmek için sırada bekliyorlardı. Ne demiş büyük usta ?

Yola çıkmak! Yitirmek ülkeleri!
Bir başkası olmak süresiz,
Yalnız görmek için yaşamaktır
Köksüz bir ruhu olmak!

Kimseye ait olmamak, kendime bile!
Durmadan gitmek, sonu olmayan
Bir yokluğun peşinde
Ve ona ulaşma isteği içinde!

Böyle yola çıkmaktır yolculuk.
Ama ben açık bir yol düşünden öte,
Bir şeye gerek duymuyorum yolculuğumda.
Gerisi sadece gök ve toprak.

Lizbon’a veda..

Hayır, veda etmiyorum sana ey Lizbon. Elbet bu yazımı okuyup da beraber gidelim diyen bir dost çıkar (çıksın ne olur). Bol bol kalamar-karides yeriz, Cabo de Roca’dan Avrupa’nın sonunda olduğumuzu gösteren sertifikamızı alırız, Fado dinleriz, bir Benfica maçı seyrederiz, oradan Porto’ya, Madrid’e bile geçeriz. Neler neler yaparız…

Lizbon tekrar tekrar gidilecek kadar güzel, sıcak ve büyüleyici bir şehir. Bize gün yetmedi diyebilirim. 1 hafta kalsam sıkılmam. Yapacak çok şey var. O zaman ne diyoruz? Tekrar buluşuncaya kadar hoşça kal Lizbon. Seni unutmayacağım…

      

Hürriyet Seyahat Lizbon