2015 yılında gittiğim Viyana‘yı o kadar sevmiştim ki (ilkler unutulmaz) ben buraya 10 kere gelirim dedim. Nitekim 1 yılda 3 kere gittim. “Başlarken” yazısında anlattığım seyahat hastası Dadas gibi, benim de bu şehirden başlamam tesadüf mü acaba?)
Aradan geçen yıllar içinde Roma, Barcelona, Paris, Berlin, Lizbon, Floransa gibi büyük şehirlerin dışında; Amsterdam, Strasbourg, Lyon, Antwerp, Kotor, Tiran, Kiev, Valencia gibi büyüleyici şehirlerin altını üstüne getirdim. Napoli, Siena, Pisa, Portofino, dünyaca ünlü kültür mirası Cinqueterre (5 köy) ve tabii ki Venedik olmak üzere baştan başa İtalya turu yaptım. Yunanistan, Sırbistan, Hırvatistan, Makedonya, Slovenya, Avusturya, Slovakya, İsviçre, Almanya gibi ülkelerden de geçtim ve hatta çoğunda konakladım.
Brugge, Bled, Cenevre, Hallstatt, Capri Adası, Amalfi, Pompei, Como ve Garda gölleri, Köln, Heidelberg, Graz ve Gent gibi marka olmuş yerlerin de kalbimde özel bir yeri var.
Bu satırları yazdığım tarihten sonra bir kaç kere daha göz bebeğim İtalya’yı fethettim. Siena, San Gimignano, Volterra, Lucca, Pisa, Montecatini Terme ve tabii Floransa etrafındaki üzüm bağlarının arasında, dere-tepe dolaşıp gezinmek beni benden alıyor. “Gözümü kapatsam araba kendi gider” lafını Toscana için kullansam yalan olmaz.
Ayıptır söylemesi, dünyaca ünlü tenor Andrea Bocelli’yi, Toscana bölgesindeki doğduğu köyü Lajatico‘da dinlemişliğim bile var. Şükürler olsun ki böyle bir sanatçıyı yılda bir kere yaptığı ve biletlerinin kapışıldığı bir konserde izlemek nasip oldu. Roma, Napoli ve Toscana‘nın köylerinde dolaştığım ve doyumsuz bir konserle noktalanan seyahatte oğlumun da varlığı ve böyle bir hatırayı yıllar sonra hatırlayacak yaşta olması en büyük mutluluklarımdan biridir.
Farkındasınızdır, sadece Avrupa’yı geziyorum. Yıllarca gezsem bitiremem. Açıkçası şahsi sebeplerden ve yaşam tarzından dolayı şimdilik Avrupa’dan vazgeçmeye niyetim de yok. Mesela Tayland, New York, Pekin, Tokyo için bir heves duymuyorum. Dediğim gibi sadece benimle alâkalı bir durum. Galiba huzurlu ve kalabalık olmayan şehirleri seviyorum. Bunun adı İstanbul sendromu olsa gerek. Bu şehir güzel olmasına güzel fakat çok yorucu. Şahsen beni hırpalıyor 🙁
Her yeni şehir, farklı güzellikler, farklı duygular veriyor. Herkesin beklenti ve görüşleri birbirinden ayrı olduğu için, beğenilerimiz doğal olarak farklı olacaktır. “Bize, zirvedeki ilk üçünü söyle” derseniz, ben bu gezdiğim yerlerin içinde 2 kere gittiğim Roma‘yı, tıpkı üstat İlber Ortaylı gibi en üste koyuyorum. Roma bütün şehirlerin imparatorudur desem yalan olmaz. Bu görkemli başkente muhakkak gitmeli ve en az 3-4 gün kalmalısınız. Floransa ve tabii ki Viyana olmazsa olmazlarım.
Yeni yerler gördükçe, ufak-tefek güncellemeler ile yazılarımı yeniliyorum. Bu yazıyı ilk olarak 2017 senesinde yayınlamıştım. Sonrasında gittiğim Lizbon‘u kesinlikle ilk üçün içine koymalıyım. Bunu fazlası ile hak ediyor. Fakat hangisine kıyayım bilemiyorum.
Tam da bunu düşünürken, İspanya Konsolosluğu’ndan aradılar. “Size yazıklar olsun… Nou Camp Stadı’nda Barcelona‘nın, Messi’li, Neymar’lı, Arda’lı maçını bile izlettik, daha ne istiyorsunuz?“ dediler…
Paris, “benim adım yeter, Eyfel’in altındaki çimlere uzanıp, peynir ve şarap yaparken böyle demiyordun ama.!“ diye haber gönderdi…
Venedik‘ten bir gondolcu, suda bulduğu şişenin içinde bir not getirdi. “Dünyada eşimiz benzerimiz yok, bir Barkın mı beğenememiş bizi?“ diye yazmışlar…
Brugge, “aaa…hani ortaçağdan kalma diye ballandıra ballandıra anlatıyordun beni, nankör.!“ diyerek kanallarından sularını, benden elini çekti.
Portofino, jet sosyete edasıyla, arkasına bakmadan yürüdü ve bir anda gözden kayboldu…
Bled‘in gölü dondu, Ohrid‘in gözü doldu…
Hallstatt‘ın tuzu gitti, Bologna‘nın sosu bitti…
“Durun, durun… Evlatlar arasında ayrım olmaz, hepiniz göz bebeğimsiniz“ diyerek gönüllerini almaya çalıştım.
Tam bu sırada Roma “uyma sen onlara, Aşk Çeşmesi’ne para attığını unutma, defalarca buraya geleceksin. Çünkü sen İtalya‘ya ve bana aşıksın“ diye kulağıma fısıldadı.