Bu kadim topraklara ilk defa 2015 yılında gelmiş ve görür görmez etkilenmiştim. Yıllar geçtikçe bu hayranlığım katlanarak devam etti. Beni oraya çeken doğası mı, tarihi mi, sıcakkanlı insanları mı bilemiyorum ama hayâl dünyamda sürekli Toscana yeşilliklerinde geziniyorum. Eşsiz manzaraları gözümün önünde, yeşilliklerin kokusu burnumda. Kuş olup uçsam direk oraya konmak isterim.

Nihayet, bu gönül bağının adını yakın zamanda koyabildim. Belki medyada denk gelmiş olabilirsiniz. Yaklaşık 10 yıl süren ve Eylül 2021 tarihinde açıklanan bir araştırma, Türklerin genetik kodlarına ışık tutuyor. Çeşitlilik içeren genlerimiz Doğu ve Batı ile köprü oluşturmaktaymış. Balkan, Kafkas ve Ortadoğu ile gen benzerliğimizin olması doğal fakat Avrupa’ya sadece Balkanlar ile bağlı olmadığımızı, İtalya ve İspanya ile de gen yakınlığımızın olduğu ortaya çıkmış. Cilalı Taş Devri’ndeki çiftçi göçleri ile oralara kadar uzanmışız. En çok benzerlik ve yakınlık kimlerleymiş diye sorsam? Bingoooo….Tabii ki Toscana’lılarla imiş. Sanırım, bu gen kardeşliği yüzünden o topraklar bana çekici ve etkileyici geliyor. Kim bilir, belki de yaşamlarını incelediğim ve bir yazı ile bu sitede anlatmaya çalıştığım Medici ailesi, büyük-büyük-büyük dedemin, dıdısının dıdısıdır.

Ah, benim canım soydaşlarım ne yapıyorlardır şimdi? Spagettileri, şarapları, peynirleri hüpletirken, hiç mi bu kardeşlerini düşünmezler, ayıp değil mi? İnsan bir bilet gönderir de yeniden çağırır beni. Biraz onlardan bahsedeyim size de, belki hoşlarına gider. Ne de olsa akraba sayılırız, arayı sıcak tutmakta fayda var…! 🙂


  • Toscana’ya nasıl gelinir, nasıl gezilir?

Ucuz bilet nereden varsa oradan gelinir. Pisa ve Roma uzakta kalıyor. Roma turu yapanlar hızlı trenle 1,5 saatte, araba ile 3 saatte Floransa’ya ulaşabilirler. En ucuz ve en yakın havaalanı Bologna’dır. Kapının önünden kalkan otobüs ile Floransa’ya geçebilirsiniz. Toscana’nın en iyi araba kiralayarak gezileceğini belirtmek isterim. Gezecek ve görecek irili ufaklı çok yer var. Dünyaca ünlü büyük şehirleri de var, popülaritesi yüksek küçük köyleri de. Arabasız dolaşmak çok zor.

  • Rotamız nasıl olmalı? Toscana’da görülmesi gereken şehir ve kasabalar hangileridir?

En popüler şehir kuşkusuz bölgenin başkenti Floransa‘dır. İnsana ağır bir yük getiren “görmeden ölme” sözünü fazlasıyla hakediyor. Maddi ve manevi imkânı olan herkes en az 1 kere gitmeli. En az 1 diyorum çünkü Floransa’ya doymak pek mümkün değil. Uçaktan Bologna havaalanında iniyor, biraz yürüyüp, havaalanı otoparkının içindeki kiralama servislerinden arabayı alarak, doğruca Floransa’ya gidiyorsunuz. Birkaç gün Floransa’nın keyfini çıkarıp, ver elini Siena. Sabah erkenden çıkarsanız kalmanıza gerek yok. Fakat 1 gece de Siena’nın keyfini yapalım derseniz, “neden olmasın” derim. Siena, Toscana’nın merkezinde sayılır. Kuzeye doğru çıkıp üzüm bağları arasında doyumsuz bir yolculuk yaparak Pisa bölgesini keşfedebilir veya güneye yönelip Montepulciano civarlarında şarap tadımı yapabilirsiniz.

Arezzo, Livorno, Lucca, Grosseto ve tabii kulesi ile ünlü Pisa, Toscana’nın diğer büyük şehirlerindendir. Bir de küçük kasabaları var ki Avrupa’daki bir çok büyük şehirden daha büyülüdür. Mesela San Gimignano, Volterra, Montepulciano bunlardan bazılarıdır. Şahsen ben, sosyal medyada sık sık fotoğrafları paylaşılan San Gimignano’da bir sabah uyanmayı, Köln’de veya Brüksel’de uyanmaya değişmem. Dünyaca ünlü Chianti şaraplarını doğduğu yerde tadımlamanın keyfi, Hamburg’da alınamaz.

Birbirinden güzel yüzlerce kasaba ve köy var. Rastgele girip-çıkın ve bana sorarsanız her öğünde ayrı bir köyün yiyeceklerinden tadın. 1 haftalık bir turla epey keyifli ve yeterli bir gezi yapabilir, Toscana hevesini almış olursunuz. Benim gibi Toscana sevdalısı olursanız, doymak bir tarafa, tadı damağınızda kalarak dönersiniz. Benden söylemesi… 🙂

  • Toscana denince aklımıza ilk gelenler

İtalya’nın özerk 20 bölgesinden biri olan Toscana deyince, aklımıza sadece üzüm bağları ve uçsuz bucaksız yeşil tarlalar gelmemeli. Tarih, yeme-içme, sanat ve daha nice güzellik, dünyanın en önemli bölgelerinden biri olan Toscana’da mevcut. Her yıl milyonlarca turist buraya geliyor. Rönesans buradan fokurdamaya başlamış ve yenilikçilik ateşi tüm Avrupa’yı sarmış. Floransa yazımda da anlatmaya çalıştığım gibi kimler kimler o toprakların bağrından çıkmış, inanılır gibi değil. Michelangelo, Galilei, Da Vinci, Dante, Boticelli ve daha niceleri… Heykel, müzik, resim, mimari, bilim…Ne ararsan en ünlüsü, en değerlisi burada. Floransa Katedrali, Pisa Kulesi, Davut heykeli, Venüs’ün Doğuşu tablosu ve daha nice dünya mirası bu topraklarda bulunuyor.

Gözünüzün alabildiği her yer üzüm bağı. Bölgenin iklimi ve toprağın kalitesi sayesinde en güzel üzümler ve Chianti, Montalcino, Montepulciano gibi dünyaca ünlü şaraplar burada üretiliyor. Kasabalardan yiyecek-içecek, şehirlerden kültür ve sanat fışkırıyor. Anlayacağınız, adamların toprakları da bereketli, zihinleri de…!

  • Toscana’da ne yenir, ne içilir?

Toscana’da; peynir, Floransa bifteği, trüf mantarı, Pici dedikleri kalın makarnalardan yiyebilir, yerel zeytinyağlarının tadına bakabilir, dünyada kabul gören bir kaliteye ve şöhrete sahip şaraplarından içebilirsiniz. Gelato dedikleri dondurmalardan yemeden dönülmez tabii ki.

Söylemeden geçemeyeceğim, Toscana’da bir restorana gidip, patates kızartması-bira ikilisini sipariş etmek, Gaziantep’e gidip hamburger yemek gibi bir şey olur. Aman diyeyim…! 🙂

FLORANSA

Floransa’yı detaylı bir şekilde yazmıştım. Linkini buraya bırakıyor ve diğer şehirlerden kısa özetler aktarmak istiyorum.

FLORANSA

SİENA

Sadece Floransa gezisi yapacak olanlar, günübirlik Siena’ya gitmeliler. Ortaçağ dokusunun en iyi hissedildiği ve yaşandığı şehirlerdendir. Buraya geldiğinizde, dar sokaklarda dolaşın ve doya doya etrafı seyredin. Palio denilen at yarışları ile ünlü Piazza del Campo meydanında zaman geçirin. Bu gösterişli meydandaki kafelerin birinde, yüzlerce turist gibi yerlerde oturup bir şeyler atıştırın ve Fonte Gaia çeşmesinde yıkanan güvercinleri seyredin. Keyfine doyamayacağınız bir mola olacaktır. Meydanın tam göbeğindeki Mangia Kulesi ve Belediye Sarayı olarak kullanılan Palazzo Pubblico’yu gezmeyi ihmal etmeyin. Biraz dinlendikten sonra Siena Katedrali’ni görmek için tabanlara kuvvet…

Siena’nın Floransa kadar büyülü bir şehir olmasını beklemeyin. Çoğu İtalya şehrinden alışık olduğumuz ateşten yoksun, biraz kasvetli, biraz neşesiz bir hali var. Ancak “Siena Cumhuriyeti” adıyla tarihte önemli bir yere sahip olan şehrin, Orta Çağ havasını halen koruyor ve yaşatıyor olması, yeterince saygıyı hak ediyor. Görmeden geçmek olmaz…

PİSA

Tarihi M.Ö. 5 yüzyıla dayanan bu büyük şehir, en güçlü zamanlarını 11. ve 14. yy. aralığında yaşamış. Tüm dünyanın bildiği kulesi ile ünlü. 294 basamakla çıkılan kuleye randevuyla ve belirli sayıda ziyaretçi alınıyor. İçeridekiler çıkmadan girmek mümkün değil. O meşhur fotoğrafı çekmek için dışarıda bekleyen yüzlerce turist var. Herkes en iyi yeri kapmanın peşinde. Her yıl 0,7 mm. eğilen kule yaklaşık 4,5 mt. güneye doğru yatmış durumda. 2000’li yıllara doğru gerçekleştirilen proje ile 45 cm. doğrultmuşlar. Bu sayede 200 yıl idare edecekmiş. Arazi çalışması yapmadan, alüvyonlu toprak üzerine 56 mt.lik bir kule inşa etmek, gerçek bir dünya mirası için kabul edilemez bir hata. Kim bilir, belki de eğik olmasaydı, bu kadar popülaritesi olmazdı.

Piazza del Duomo denilen kilise meydanında, aşağıda sırasıyla görülen vaftizhane, katedral ve çan kulesi olarak yapılmış Pisa Kulesi mevcut. Meydanın hemen yanında Camposanto denilen tarihi mezarlık var. II. Dünya Savaşı sırasında Pisa büyük bir yıkıma uğrarken, Camposanto içindeki eşi benzeri olmayan fresklerin çoğu harap olmuş.

SAN GIMIGNANO

Instagram ve Facebook kullanıcılarının sık sık önüne çıkan tanıtımlardan hatırlayacağınız bu kasaba, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer almaktadır. “Orta Çağın Manhattan’ı” denilmesinin sebebi, tarihten kalan 14 adet kuleyi barındırması. Şehrin tarihi dokusu yüzyıllardır bozulmamış. Biz, 2 sene önce gittiğimiz yeri tanıyamıyoruz, adamlar 700 yıllık mimariye gözleri gibi bakıyor.

Toscana’ya yolunuz düşerse, San Gimignano’nun küçük bir kaçamağı hak ettiğini bilmelisiniz. Dünya gözüyle böyle bir yeri görüp, yaşamlarına ortak olun. Sokaklarında dolaşırken, kendinizi tarihi bir filmin içinde gibi hissedersiniz. Kafelerin birinde otururken üzüm bağlarını kuş bakışı seyrederek, huzur içinde dalıp gitmişseniz, birisinin size “hadi gidelim” dememesi için dua edin.

Kasabadaki ünlü dondurmacı Gelateria Dondoli, iki sene üst üste dünya şampiyonluğu kazanmış. Lezzet ve kalite en üst seviyede. Kapısında uzun kuyruklar var ama beklemeye değer. Şarap meraklıları, kasabaya özel Vernaccia üzümünden yapılan “Vernaccia di San Gimignano” beyaz şarabını tatmadan dönmesinler.

VOLTERRA

“Nasıl olsa zamanımız var, birkaç kasabayı daha fethedelim” diye girdiğimiz Volterra, huzurlu ve şirin bir yer. Yine Orta Çağ dokusu hakim. Palazzo dei Priori sarayının mimarisi, Floransa’daki Vecchio Sarayı’na benziyor. Alacakaranlık kitap serisine de mekân olmuş Volterra’da Medici Ailesi’nin yaptırdığı bir de kale var. Çoğu Toskana şehri gibi, bir tepenin üstüne kurulduğu için her noktasından vadiyi seyretmek çok keyifli.

LUCCA

Bir kaç satır da Lucca için yazmak isterim. Çok fazla gezemesem de şehrin ünlü Piazza dell’Anfiteatro meydanında güzel bir akşam yemeği yemek kısmet oldu. Rönesans döneminden kalma tarihi surlar, surların içindeki eski şehir mimarisi ve sur dışındaki şehrin güzelliği beni çok etkilemişti. Bu şehrin benim için ayrı bir anlamı da var. En sevdiğim klasik müzik bestecilerinden Puccini buralı. Doğduğu ev müzeye dönüştürülmüş. Bir diğer evi de Ligurya Denizi’ne yakın Massaciuccoli gölünün kenarındaki Torre del Lago köyündeymiş. Bu yüzden her yıl Temmuz ve Ağustos aylarında burada Puccini Festivali düzenleniyormuş. Puccini’nin mezarı, günümüzde müze olan bu evin şapele dönüştürülen mutfağındaymış. Ben ziyaret edemedim fakat bir başka sefere muhakkak gitmek istiyorum. Kendisinin baş yapıtlarından biri olan “Turandot” operasının ünlü aryası Nessun Dorma’yı mırıldanarak bahçesinde dolaşsam, güzel olmaz mı?

ANDREA BOCELLI

Puccini ve Nessun Dorma diyerek sözü klasik müziğe bağladıysam, yazı başlığındaki ünlü sanatçının peşinden gittiğim yolculuğumu anlatmanın zamanı gelmiş demektir. Ne de olsa Nessun Dorma’yı en güzel yorumlayanlardan biridir kendisi. Küçük yaşta kaybettiği görme yetisinin eksikliğini müzikle uğraşarak kapatmaya çalışmış ve büyük bir azimle dünyanın sayılı tenorlarından olmuş birinden bahsediyorum. Dinleyeni mest eden, sesinin kalitesi ve aralığı bakımından üst perdeli eserleri rahatlıkla seslendirebilen, Star’lık kavramını Pavarotti’nin bıraktığı yerden daha da yükseklere çıkaran, popüler şarkıcılarla yaptığı ortak çalışmalar sayesinde geniş kitlelere ulaşan, karizması ve iyi yöneten bir ekibi sayesinde bu şöhretin hakkını veren, gönüllerde taht kurmuş büyük bir yorumcu. Klasik müzik eğitimi ve bu dalın büyük bir yorumcusu olmasına rağmen popüler müzik, napoliten şarkılar, fransız şansonları ve dünyaca bilinen romantik şarkıların da prensidir o. Prens az kalır, kralı, hatta imparatoru desem abartmış olmam… Andrea Bocelli….

Her yıl dünyanın çeşitli ülkelerinde konser veren Bocelli, 2014’te Türkiye’ye gelmişti. Biletlerin pahalılığı yüzünden ilk anda kararsız kalmıştım. Sonrasında almak istedim fakat biletler tükenmişti. “Zaten Bocelli İstanbul’da değil, olsa olsa İtalya’da izlenir” diye savunma mekanizması geliştirip, kendimi avutmaya çalışmıştım.

Aradan yıllar geçtikçe hayranlığım daha da arttı. Bütün konserlerini Youtube’dan izliyor, kiminle ne yapmış, nereye gitmiş, nasıl yaşıyor diye merak ve takip ediyordum. Onun hayatını anlatan “The Music of Silence (Sessizliğin Müziği)” filmini seyrettikten sonra “Yakalayacağım seni Andrea” diyerek hırs yaptım. 2018 yılının Aralık ayında Avrupa’daki konserleri araştırırken, kendisinin doğduğu ve yaşadığı Lajatico köyündeki konser biletlerinin satışa çıktığını gördüm. Bir akıllı ben değildim tabii ki. Ne de olsa, bütün dünya onu takip ediyor ve her yıl 1 kere konser verdiği Toscana’daki bu büyülü atmosferi bekliyordu. Dolayısyla birkaç saat içinde en güzel yerler tükenmişti bile. Kişi başı 450 euroluk biletleri görünce gözlerim yerinden fırlamışken, tribünde yer olduğunu gördüm. Elimi çabuk tuttum ve 2 adet bileti kaptım. 8 ay önceden aldığım için büyük bir sabır ve heyecanla Temmuz ayını bekledim. Gün gelip çattığında, oğlumla Roma’ya uçtuk ve onun çok sevdiği bu şehrin altını üstüne getirdikten sonra, kiraladığımız araba ile birkaç gün Napoli bölgesini dolaşıp, ardından Toscana’ya ve konserin yapılacağı Lajatico köyüne geldik.

Finansmanını Bocelli’nin sağladığı, köyün biraz dışarısında, tarlaların arasında inşa edilen “Teatro del Silenzio”, dışarıdan bakıldığında basit gibi görünse de, Bocelli’nin sahneye adım atması ile ihtişamlı bir görsel şölen alanına dönüşüyor.

Bu konserin hayatımdaki anlamı çok büyük oldu. Yanımda oğlum Umut, karşımda Bocelli, arkamda uzanan Toscana tarlaları, elimde bir kadeh Toscana şarabı, yüzüme vuran ılık bir rüzgâr… Bu bir rüya olmalıydı..! Hayallerimden birini gerçekleştirmenin heyecanı ve mutluluğu ile sersemlemiş durumdaydım. Opera ağırlıklı bir repertuar olduğu için oğlum sıkılacak sandım fakat “benim için çok güzel bir deneyim, memnunum” deyince içim rahatladı. 2 saat nasıl geçti, anlamadım. Konserin finalinde çok sevdiğim Nessun Dorma aryasını seslendiren Bocelli, yıktı geçti beni…

Her sanatçı kendi hayranlarının kralı, kraliçesidir. Her sesin kumaşı farklı olduğu gibi, her kulağın da zevki ayrıdır. Ancak bu adam başka türlü bir sese ve karizmaya sahip. Belki kendisinden teknik olarak daha büyük tenorlar gelmiş ve gelecektir. Fakat bu “Star Işığı” en çok Bocelli’de var. Dünya turnelerinin büyük ilgi gördüğü Bocelli, yılda bir kez doğduğu köye vefasını gösteriyor ve adeta kültür elçisi olarak Toscana’nın ve Lajatico’nun adını dünyaya duyuruyor. Ayrıca, kurduğu vakıf ile onlarca öğrenciye imkân sağlıyor ve yardımlarda bulunuyor.

Andrea Bocelli, yaşarken bir kere seyredilmeli. Bence bu yazıyı okuyan birçok kişi bunun yapılabilir bir şey olduğunu öğrendiğinde, bu maceranın peşine düşmek isteyecektir. Öyle olmasını umuyorum çünkü kendinizi ödüllendirmenizi ve bu büyülü atmosferi yaşamanızı isterim. Toscana’da olamasa bile, kolay gidilebilir bir Avrupa ülkesinde uygun fiyata seyretmeniz mümkün.

Biraz da konserden detaylar vermek isterim…..

  • Bileti 104 € gibi bir fiyata almıştım.
  • Konser alanında barkod okucuyuları olmadığı için elimizdeki kağıt bir şey ifade etmedi. İnternetten aldığımız için, kimliklerimizle gidip, köydeki satış ofisinden biletleme yapmamız gerekiyormuş. Kısa süreli bir panik yaşadık. Oturup ağlamak üzereyken, bir gönüllü imdadımıza yetişti ve bizim gibi birkaç iş bilmezin kimliklerini alıp, motorsikleti ile tarlaların arasından son hızla giderek, konserin başlamasına az bir süre kala biletimizi yetiştirdi. Cimrilik yapmayıp, birkaç euro daha vererek bileti adresimize postalatmak daha akıllıca olurmuş.
  • Jet sosyeteden de, halktan da her kesim vardı konserde. Herkes kesesine göre bilet almış. 10 bin kişi bir arada, keyifle ve saygıyla izledi. Yüzlerce araba hiç bir kargaşa olmadan konser alanından ayrıldı.
  • Mükemmel sahne ve ses düzeni, ışık oyunları, dansçılar, koreografi, orkestrasyon, çan sesleri eşliğinde tarlaların arasından gelen ve seyircilerin arasında görsel şölen oluşturan onlarca çocuk, Bocelli’ye eşlik eden misafir sanatçılar ve oğlu Matteo, üstün bir yorumla ruhlara işleyen bir repertuar ve festival havasında yaşanan bir kaç saat. Daha ne olsun..?
  • Bu arada Bocelli ailesinin Lajatico köyündeki şarap firmasına uğradık. Kendi bağlarında yetiştirdikleri üzümlerle 1831 yılında başlayan şarap üretimi, Andrea’nın büyük bir sanatçı olmasından sonra daha popüler olmuş. Yolunuz buralara düşerse, Bocelli-1831 markası ile ürettikleri şaraplardan ve Andrea Bocelli markasına yönelik hediyelik eşyalardan satın almadan dönmeyin. Ben, konser alanında da satılan Bocelli yazılı bir t-shirt almıştım. Halen gözüm gibi saklıyorum.

Sizleri, çok fazla tarihsel detaya boğmadan bir Toscana gezisine çıkarmak istedim. Bu bölgeye yapacağım bir başka gezide Viareggio, Livorno, Massa, büyük heykeltraşların mermer tedarik ettikleri Carrara ve Pietrasanta’yı keşfetmek istiyorum. Hatta güneydeki Piombino’dan, karşısındaki Elba adasına geçmeyi bile planlarıma aldım. “O da neresiymiş, belki biz de gideriz” diyenlere kısa bir bilgi vereyim.

Elba, Napolyon Bonapart’ın sürgün edildiği ada olarak biliniyor. Bugünün tatil beldesi Portoferraio’da yaşadığı evi ve sembolik çalışma sarayı müze olarak gezilebiliyor. “Ne evi kardeşim, sürgündeyken Akdeniz’in mavi sularına bakıp, villasında şarap mı içmiş” dediğinizi duyar gibiyim? O durumda bile halen sözü geçiyormuş ki, adam sürgün edildiği bu adayı bile kendi seçmiş. Nitekim 9 ay kaldığı Elba’dan 600 yandaşı ile kaçmış ve tekrar eski gücünü toplamaya çalışmış. Kadere bakın ki yıllar sonra bir başka ada onun son durağı olmuş. Ulaşımın zor olduğu, Atlas Okyanusu’nun Orta Afrika yakınlarındaki St. Helena adasına sürgün edilmiş ve orada ölmüş.

Toscana’nın en büyük adası olan Elba, Sardinya ve Sicilya’dan sonra İtalya’nın da en büyük 3. adasıymış. Medici ailesinin kolu buraya da uzanmış ve bir kale yaptırmışlar. Hatta Portoferraio şehrinin kuruluşu bizzat Cosimo I. de Medici’nin emriyle olmuş. Efsaneye göre aşk ve güzellik tanrıçası Venüs, gökyüzünde gezerken kolyesini Toscana kıyılarına düşürmüş ve bu kolyenin taşlarından en büyüğü ve değerlisi ile Elba adası oluşmuş. Farkındaysanız dersimi çalışıyorum. Bu da demektir ki, görmezsem olmaz…! 🙂