Her yıl “dünyanın en yaşanabilir şehirleri” listesinin ilk iki sırasını Avustralya’nın Melbourne şehri ile paylaşan Viyana’yı ne yapsam, nasıl anlatsam bilemedim.

Avrupa topraklarına ilk seyahatim Viyana’ya olmuştu. “Ot gibi yaşıyorum, bir Avrupa göremedim” diye yıllarca söylenip durmuş biri olarak, sürpriz bir yolculuk kararı ile kendimi Viyana’da buldum. Seyahatime vesile olup, benimle birlikte gelen dostumun uçaktan indikten bir kaç saat sonra şöyle dediğini hatırlıyorum. “Sen etrafa bakınmıyorsun, resmen kodlarına yazıyorsun”. Gerçekten de Viyana sokaklarını büyülenmiş gibi izliyordum. Medeniyet ve çevre düzeni kendini belli ediyordu. Bir şeylerin hatta çoğu şeyin farklı olduğu belliydi.

“Denizi olmayan bir şehir ne kadar güzel olabilir ki” diye düşünenleriniz olabilir. İçinden geçen Tuna nehri ile hayat bulan Viyana, denizi olup hiç bir büyüsü olmayan şehirlere nazire yaparcasına özel ve güzel bir şehir.  “Avrupa’yı gezmeye nereden başlayayım” diye sorarsanız “kesinlikle Viyana” derim fakat şöyle bir durum var.  Viyana, gezip göreceğiniz diğer şehirlerdeki kriterleri çok üst bir çıtada tutuyor. Artık her yeri burayla karşılaştırmaya başlıyorsunuz. Nitekim seyahat sonrası “buradan sonra nereyi beğeneceğim ki?” diye hayıflanmıştım. 

Bu şehirle ilgili tarihsel bağımız var. Osmanlı İmparatorluğu döneminde başarısızlıkla sonuçlanan iki kuşatmada alınamayan Viyana, Türkler ve Avusturyalılar arasında yıllarca süren tatsız bir hatıra olmuş. Nasıl ki her giden Türk turist “Viyana’yı fethettim” esprisi yapıyorsa, onların da kodlarına yazılmış bize karşı bir mesafe var. St.Stephan katedralindeki çan kulesinin işlevi 1956 yılına kadar sürmüş. Yıllarca “Türkler yeniden gelir mi?” diye korku yaşamışlar.

Avusturya seyahatinizde kimse size kötü söz söylemiyor ve başka ülke vatandaşlarından ayırt etmiyor. Tarihte oraları elde etmek için verdiğimiz çabanın hesabını sormuyorlar. Fakat taksicilik, kanalizasyon, tesisatçılık gibi işlerde çalışan ve kalifiye eleman olamamış vatandaşlarımızı Viyana sokaklarında görünce içim acıdı. Bu meslekler çok kutsal ve önemli. Ben yine de ülkemin insanını, kalifiye ve hayat standardı daha yüksek pozisyonlarda hayal ediyorum. Acaba bu durum; gidip-gidip saldıran bir imparatorluğun makus kaderi mi, yoksa onların intikamı mı veya sosyoekonomik çıtamızı yükseltememiş olmamız mı? Adını koymakta zorlanıyorum. Avrupa Birliği’nin ve özellikle Avusturya’nın Türkiye refleksini bir yana bırakalım ve “bunlar politikacıların işi” diyerek turist gözüyle bu şehrin güzelliklerine değinelim.

Müzik

Müzikle iç içe biri olarak, müziğin sosyal yaşamında bu kadar etkisi olan bir ülkede kendimi çok mutlu hissettim. Her yerde konser salonu var. Kraliyetten kalma bir çok bina, kültürel her türlü kurum ve hatta kiliseler bile müziğe yuva olmuş. Her yerde Strauss, Schubert, Haydn ve tabii Mozart çalıyor.  Gecenin geç vakitlerinde, fraklı, silindir şapkalı beyefendiler ve kuyruklu tuvaletler giymiş hanımefendileri görürseniz şaşırmayın. Ya ünlü Hotel Sacher’deki bir balodan yada herhangi bir salondaki vals gecesinden geliyorlardır. Soğuk bir gecede, bu tip kıyafetler ile yanımdan geçen çiftleri ilk fark ettiğimde “gördüğüm gerçek olamaz, burası halen 1700’lü yılları yaşıyor, helal olsun ki kültürlerini korumuşlar” diye düşünmüştüm. Viyana’ya yolunuz düşerse çok sevmeseniz de, hatta klasik müzik uykunuzu getiriyor olsa bile, bir konser izlemeyi ihmal etmeyin. Tüm meydanlarda fakat özellikle Stephansplatz’da nostaljik kıyafetli gençlerin sattığı biletlerden birini alın ve konser salonlarının mimarisini, turistlerin ilgisini çekmek için bale ve tiyatral gösterilerle süslenen müziğin kalitesini, Viyana’lıların kıyafetlerini ve kültürlerine sahip çıkışlarını, öncesinde kokteyl ve hatta bazılarında yemek verilen konserlerdeki ambiyansı görün. Konserlerin olmazsa olmazı olan Mozart‘ın Türk marşını dinleyecek ve kendinizi 300 yıl önceki bir rüyanın içinde bulacaksınız. Şanslıysanız bir Vals Festivali’ne veya Viyana sosyetesinin bir balosuna denk gelir, bu rüyadan birkaç gün uyanmazsınız. Kim bilir?

 

Kahve ve tatlı

Osmanlı kuşatması sonrasında terk edilen cephelerdeki kahvelerimizi keşfetmeleri ile başlayan kahve kültürü, daha sonra yapımındaki değişik formüllerle ayrı bir boyuta ulaşmış. Türkçesi karışım demek olan “Melange” dedikleri kahve en popüler içecekleri. Akşamüstü iş çıkışlarında kafeterya ve pastanelerde yer bulmak zor. Herkesin elinde bir kahve fincanı var. Yanında sipariş edilen ünlü Sachertorte tatlısı ve Apfelstrudel denilen elmalı pasta hem Avusturya’lıların, hem de turistlerin vazgeçilmezi. Viyana’nın simgelerinden biri olan Hotel Sacher ve kraliyet ailesine pastalar yapan Demel, bu tatlıların doğdukları yer sayılır. Ayrıca Aida, Cafe Central, Zanoni&Zanoni, Gerstner gibi pastanelerde hem gözünüzün hem midenizin bayram edeceğinden şüpheniz olmasın. 

 

2016 yılından güzel bir hatıra

Şinitzel

Viyana şinitzelini yemeden dönmek olmaz. En popüler mekân Figlmüller. Dolup dolup taşıyor. Fakat oradakinden daha güzelini Plachutta’da yemiştik. Figlmüller’de yoğunluktan dolayı servis çok geç geliyor ve biraz kibirli davranışları var. Tavuk diye uyarmazsanız, domuz şinitzel geleceğini söylememe gerek yok sanırım.

 

Saraylar

Merkezdeki Hofburg sarayı, Belvedere sarayı ve Schönbrunn sarayı görülmeye değer yerlerin başında bulunuyor. Mimari güzelliklerinin yanında, enfes bahçelere ve değerli koleksiyonlara ev sahipliği yapıyorlar. Hiç değilse birini görmelisiniz. Hakkınızı, merkezdeki Hofburg sarayı için kullanın. İçindeki Kraliçe Sisi koleksiyonu görülmeye değer. Avusturya-Macaristan imparatorluğunun ihtişamı ve yaşayışları hakkında fikir sahibi olacağınız bu koleksiyon gerçekten övgüyü hak ediyor. Muhakkak gezilmeli. Resim meraklıları için ünlü ressam Gustav Klimt‘in Belvedere sarayındaki koleksiyonu bulunmaz bir fırsat. Büyük ressamın “The Kiss-Öpücük” isimli dünyaca meşhur tablosunun önünde resim çektirmeyi unutmayın.

Viyana’da ne yapalım?

  • Şehrin en canlı ve merkezi yeri olan Stephansplatz’ın her sokağında hayat var. En popüler caddesi olan Karntner Strasse’de yapılacak bir gezinti, Taksim’e gelip İstiklâl caddesini dolaşmak gibi bir şey. Bölgeyi dolaşırken sanatçı kahvehanesi Cafe Hawelka ve Cafe Mozart kahve molası için iyi bir seçim olacaktır.

 

  • Bu cadde üzerinde bulunan ve Viyana’nın simgesi olan St.Stephan Katedrali gerçekten büyüleyici bir mimariye ve ihtişama sahip. Dışı başka, içi başka güzel. Mutlaka görün. Bende iz bırakan mimari şaheserlerden biridir.

  • İki arka sokağındaki Mozarthause, büyük müzisyenin bir dönem yaşadığı ev. Turistlerin yoğun ilgisi var. Klasik müzik severler için bulunmaz nimet.

  • Mozart demek Viyana demek. Ya da tam tersi. Hediyelik çikolatalarından, süs eşyalarına kadar her şeyde görebiliyorsunuz. Dönüş yolunda eşe-dosta Mozart çikolatası almayı unutmayın.

  • Yiyecek-içecek pazarı olan ve arka bölümünde antika pazarı bulunan Naschmarkt’ı gezin. Yarım gününüzü geçirebileceğiniz bir pazar yeri. Çocukluk oyuncağımı tezgâhta görünce kalbim yerinden çıkacak gibi olmuştu. Başına bir şey gelmesin diye uçakta elimde getirmiştim. Siz de harika yemeklerin tadına bakabilir, maziden güzel bir hatıra bulabilirsiniz.

  • Her köşe başında müzik aleti çalıp, şarkılarla turistleri coşturan müzisyenler var. Birinin önünde durup, hatta bir yerlere oturup dakikalarca seyredin. Bayılacaksınız. Öylesine profesyonel ve eğitimliler ki konsere gitmiş gibi haz alacağınızdan şüpheniz olmasın.

  • Çocuklu aileler, Prater denilen lunaparkta hoşça vakit geçirebilirler. Tarihi dönme dolap Riesenrad’a binmek nostaljik bir hatıranız olabilir. Araba yarışlarında çok eğleneceğiniz kesin. 🙂

  • Araba kiralamayın. Günlük kartla ve yürüyerek gayet güzel gezebilirsiniz. Şehir merkezinde park yeri büyük sıkıntı. Ben bir seferinde 3 dolu gün kalıp, 2 gün üst üste araba çektirdim. Bu konuda çok katı ve prensipliler. İnsanın gözünün yaşına bakmıyorlar. Trafik cezaları dudak uçuklatır şekilde. “Gitti New York parası” diye tepinmiştim. “Kaç para verdin” diye ne siz sorun, ne ben söyleyeyim !!!… 🙁
  • İlle de kiralayacağım ve diğer şehirleri de gezeceğim derseniz (Graz-Salzburg-Linz-Innsbruck-Hallstatt) muhakkak Viyana yakınlarındaki köylere gidin. Evlere ve yaşamlarındaki huzura hayran kalırsınız. “Böyle köy mü olur?” diyeceksiniz.

  • Tuna nehrinde tekneyle gezinti yapabilir, Slovakya’nın başkenti Bratislava’ya kadar gidebilirsiniz. Viyana’ya gelmişken başka bir ülke göreyim diyenler için Bratislava araba ile 1 saat uzaklıkta. Bende pek etki bırakmadı. Doğu bloku yaşam biçiminden halen çıkamamış gibiler.
  • Sokaklarında bol bol gezin. Parkları çok güzel. Karışan görüşen yok. Gençler çimlerin üzerinde uzanıyor, çocuklar mutlulukla koşturuyorlar. Zaten bunlarda kıskanılacak bir huzur var. “Kardeşim, hiç mi derdiniz yok sizin” diye bağırası geliyor insanın. Biz pek alışmamışız ya..!.. 🙂

  • Kafeleri, barları, birahaneleri, pastaneleri, restoranları dopdolu. Siz de yoruldukça bir yerlerde mola verin. Viyana’nın en güzel bar-restoranlarından biri olan Palmenhaus benim favorim. Gidin ve beni hatırlayın. Plaklarla müzik yapılan, içinde palmiyelerin olduğu harika bir mekân.

 

  • Melon şapkalı beylerin kullandığı, koşulan atların temizliği ve güzelliğiyle ünlü faytonlara binip, binalara ve etrafa baka baka gezin. Doyumsuz bir tur sizi bekliyor olacak.